Bilincin Doğası

BİLİNCİN RÜYÂSI’NA DÂİR
New York’ta yaşayan Mary adında bir kadın hayâl edin. Bir gece Mary uyur ve rüyâsında Londra’nın sokaklarında dolaşan “Jane” olduğunu görür. Bu örnekte Mary’nin zihni “mutlak bilinci” temsil eder. Mary’nin zihni sınırsız zenginliktedir yani olabilecek tüm olası rüyalar onun zihninde potansiyel olarak mevcuttur.

Amsterdam’daki Sophie, Münih’teki Katie, Roma’daki Chloe veya Türkiye’deki Fatma olduğu rüyasını da görebilirdi ama bu gece Mary Londra’daki Jane olduğunu görmektedir.

New York’taki yatağında uyurken Marie, fiziksel olarak Londra’yı ziyaret edemez. Mary’nin zihni doğası gereği sınırsız olsa da o, bu sınırsız zihnini Jane’in sınırlı zihnine bilinçli bir şekilde indirgeyerek o olmayı seçer ve Londra’nın sokaklarını öğrenir, böylece içindeki sınırsız potansiyelinin bir kısmını gerçekleştirir.

Amsterdam, Berlin, Tokyo, Viyana ve Roma’nın her biri Mary’nin zihninin potansiyeli dahilindedir ama bu şehirlerden birini deneyimlemek için o diğer tüm olasılıklardan vazgeçmek zorundadır. Onun sınırsız zihni, Jane’in sınırlı zihnine dönüşmelidir zira sadece Jane’in sınırlı zihni sayesinde Mary Londra’nın çeşitliliklerini ve farklılıklarını yaşayabilir.

Yani Mary için Londra’nın sokaklarını dolaşmak bir çeşit vazgeçiştir. Kendi zihninin sınırsız doğasını unutmalı veya görmezden gelmeli ve Jane olabilmek için kendini sınırlandırmayı, özgür iradesiyle seçmelidir.

Mary’nin bakış açısından bakıldığında Jane de Londra’nın sokakları da onun kendi zihni içinde yer almaktadır. Ama Jane’in bakış açısından, onun düşünceleri ve duyguları zihninin içinde yer almaktadır ve gördüğü dış dünya Londra’nın sokakları, zihninin dışında yer almaktadır. Londra’nın sokaklarını bilebilmek için, Mary dünyayı kendi içinde yani rüyasında görmeli, sonra o dünyadaki bir kişi olmalı ve böylece o kişinin perspektifinden algılamayı sürdürmelidir.

Aynı şekilde, bilinç dünyayı kendi içinde yaratır ve aynı zamanda, o içinde yarattığı dünyada ayrı bir “deneyimleyen” özne olur ki o kimsenin gözlerinden görüp bilebilsin.

Sınırsız olan sınırlı olanı bilemez; bu sebeple sınırsız bilinç kendi sınırsız haliyle nesnelerin çokluğunu ve çeşitliliğini bilemez. Sınırsız bilinç, nesnelerin çokluğunu ve çeşitliliğini bilip bizzat deneyimleyebilmek için bir aracıya, bir mekanizmaya ihtiyaç duyar tıpkı Mary’nin Jane’in zihni aracılığıyla Londra’nın sokaklarını bilmesi gibi.

Sınırsız bilinç kendi sınırsız doğasındaki formları algılayabilmek için ayrı bir benliğin ya da sınırlı zihnin aracılığına ihtiyaç duyar.

New York’ta uyumakta olan Mary ile bilinç arasındaki fark şudur ki Mary bir seferde sadece bir rüya görebilir -Amsterdam’daki Sophie, Münih’teki Katie ya da Roma’daki Chloe olmalıdır- ancak bilinç aynı anda sınırsız sayıda rüya görebilir.

Her birimizin zihni bilincin sınırsız zihninin birer rüyasıdır. Böylelikle de herbirimizin zihni, bilincin kendi sınırsız potansiyelinin bir kısmını idrak ettiği aracılardır.

***

Mary’nin zihni, her zaman bölünmez bir bütündür. Onun rüyasını oluşturan kişilerin ve nesnelerin hiçbiri onun bir bütün olan zihnini, çokluğa ve farklılaşmaya (kesret) götürmez. Aynı şekilde bizlerin her birinin de sınırlı zihinleri sınırsız bilinç değildir ve bizlerin zihinlerinin algıladığı şeylerin hiçbiri de bölünmez bilinci nesnelerin ve kişilerin ikiliğine indirgemez.

Ancak Jane, nesnelerin ve kişilerin çokluğunu ve çeşitliliğini deneyimler ve bunların hepsi onun dışında yer alıyor gibi görünür. Duyularının kesinliğine dayanarak Jane şöyle düşünür:

“Dünyayı kendi aracılığıyla bildiğim bilinç zihnimin içinde yer alıyor.” Gözlerini kapadığında Londra’nın sokaklarının yok olduklarını gözlemler ve gözlerini açınca onlar yeniden ortaya çıkar ve haklı olarak Londra’nın sokaklarının gözlerinin arkasında yer aldığını düşünür.

Aynı şekilde, kulaklarını tıkadığında, trafiğin sesi yok olur ve kulaklarını açtığında sesler geri gelir ve bu da ona duyduğu her ne varsa kulaklarının gerisinde olduğunu düşündürtür.

Bu şekilde duyularından bilgiler içeri akmaya devam ettikçe Jane, zihninin beyninin içinde olduğu sonucuna varır. Bu düşünce şeklini takip ederek, Jane hislerinin ve bedensel duyularının özel ve sadece kendisine ait olduğu sonucuna varır ki bu da öz varlığının zihninin ve bedeninin bir bileşimi olduğu düşüncesine varmasına sebep olur.

Bedenine ne olursa kendisine de o olduğu sonucuna varır. Bedeni yaşlanıp hastalandığında, kendisinin yaşlandığı ve hastalandığını hisseder; bedeni ölüp yok olduğunda, kendisi de ölüp yok olacağına inanır.

Jane deneyimlerini bilişinin içeriden kaynaklandığına inanır ve bedeninin sınırlarını ve kaderini yaşayacağına inanır. Ancak Jane’in deneyimlerini bilişi içeriden kaynaklanmaz. New York’taki Mary’nin zihninden kaynaklanır! Aynı

şekilde, her birimizin hâlihazırdaki deneyimlerimizi bilişimiz kendi bedenlerimizin içinde bir yerden kaynaklanmaz. Kaynak Saf Bilinç’tir. Belirli bir yeri ve sınırları olmayan Bilinç!

Ve tıpkı Mary’nin zihninin Jane’in deneyimlediği an ve yerde olmayışı gibi, Bilinç de bizlerin uyanık hâldeki zihinlerimizin penceresinden gerçek gibi görünen yer ve zamana bağlı deneyimlerimizin olduğu yerde değildir. Tıpkı Mary’nin uyuyarak kendi zihninin sınırsızlığını görmezden gelmesi sayesinde Londra’nın sokaklarını vücuda getirip bilebilmesi gibi, bilinç de kendi sınırsız zihninin hakikatine karşı uykuya dalmalıdır ki her birimizin sınırlı zihinlerinin şeklini alabilsin ve ancak o noktadan sınırlı deneyimleri bilebilsin.

Sınırlı zihin tarafından çeşitlilik ve farklılık olarak algılanan “madde” dediğimiz aslı ölü ve hareketsiz olan şeyden vücuda gelmiş olan dünya “Bilinç” ancak kendi hakikatini örttüğünde âşikâr olabilir ve Bilinç kendi hakikatini kavradığında dünya da yok olur.

Mary uyuduğunda Jane uyanır ve Mary uyandığında Jane uykuya dalar. Jane’in sınırlı deneyimini yaşayabilmek için Mary kendi zihninin sınırsız doğasını unutmalı ve görmezden gelmelidir, yine Mary’nin tek bildiği, Jane’in sınırlı zihni durumuna indirgendiğinde bile kendi sınırsız ve bölünemez zihnidir.

Benzer şekilde Bilinç de kendi doğasını unutmalı, görmezden gelmelidir ki dünyayı bilebilsin, hoş böylece bildiği dünya, sınırlı zihnin gözlerinden görülse de yine de kendisinden başka bir şey değildir.

Ancak Jane’in bakış açısından işler böyle değildir. Gerçekte -Mary’nin bakış açısından- sadece Mary’nin bölünmez zihni olsa da, Jane’in bakış açısından deneyimleri kendisi dışında var olan çeşitli ve farklı, ayrı nesnelerden ve kendi zihninde gerçekleşen düşünce ve hislerden oluşmuştur.

Jane, kendi zihninin sınırları çerçevesinde deneyimlerini yaşar ve her şeyi bu yanıltıcı mercekten izler. Benzer şekilde, sınırlı zihin hakikatin üzerine kendi sınırlandırmalarını yapıştırır ve onda kendi sınırlamalarının yansımasını görür, bu yansımaları hakikat sanır halbuki hakikat, bilincin “sınırsız ve bölünemez” doğasıdır.

Zihin kendi sınırlandırmalarını hakikatin üzerine örter dediğimde bu sınırlandırmaların bilincin dışından geldiğini söylemiyorum. Zira bilincin dışında olan hiçbir şey yok! Sınırlı zihin olmayı seçen de yine Bilincin kendisidir böylece Bilinç kendisini açar ve deneyimler.

Böylece, her ne kadar zihin tıpkı bir resmin üzerinde gösterildiği ekrandaki gerçeği parçalara bölüp çeşitlendirmesi gibi hakikati parçalara bölüp onu çeşitlendiriyor gibi görünse de kendisi de o gerçekliğin kendisinden başka bir şey değildir.

Bu sebeple diyebiliriz ki hakikat bu etkinliği ile hem kendisini perdeler hem de yine aynı etkinlikle kendisini ifade eder.

“Zihin” Jane’in kendi nesnel deneyimini -düşünceleri ve hisleri- oluşturan şeye verdiği addır. “Madde” ise Jane’in kendi nesnel deneyimini -dünya, nesneler ve tüm ötekiler- oluşturan şeye verdiği addır.

Dolayısıyla, Jane’in bakış açısından deneyimi iki ana şeye bölünmüştür, içeride zihin ve dışarıda madde. Dahası Jane’in bakış açısından, vücudu ve vücudunun içinde olduğuna inandığı zihni, içinde yaşadığı dünyanın birer ürünleridir.

Bu sebeple zihninin maddenin bir alt ürünü olduğunu düşünmek onun için çok mantıklıdır. Duyularının ona verdiği kesinlik ve rüyasında gördüğü insanların çoğu bu inancını pekiştirir. Beynin zihnin bir deneyimi -bir düşünce, his ya da algı ile- olduğunu gözden kaçırır ve bu şekilde de zihninin ve zihniyle algıladığı dünyanın doğasına dair önemli bir detayı kaçırır.

Aynı şekilde, ayrı benliğimiz yani egomuzun bakış açısından, deneyim iki temel unsura ayrılmış olarak karşımıza çıkar: madde, zihnimizin dışında olan her şey olarak kabul edilir ve o maddeden zihnin de meydana geldiği düşünülür. Diğer bir deyişle, madde öncül zihin artçıldır ki bu deneyimimize ters düşer.

Dünya ve vücutla ilgili bilinebilecek ne varsa zihinde bilinebileceği ve zihnin tek bileşeninin de bilinç olması zihnin doğası hakkında önemli bilgi verir. Ancak zihin kendi yaratıcılığı ile o kadar hipnotize olur ki unutkanlığı öyle çoktur ki, zihin bu bilgiyi kaçırır ve madde denen, aslında hiç deneyimlemediği o malzemenin gerçekte vâr olduğunu sanır.

***

Jane kimdir? Jane bir varlık, bir kişi veya bir benlik değildir. Mary’nin zihninin sınırlanmış ve böylece sadece kendi illüzyon dolu ve son tahlilde gerçek olmayan bakış açısı kapsamında belirginleşmiş hâlidir.

Jane’in bakış açısından o bir bireydir, bir kişi, bir varlık, bir vücuttur. Ama bu sadece bir inançtır! Jane düşünceleri olduğuna inanır, ne var ki asıl kendisi zihinde tutulan bir düşüncedir! O bir düşüncedir ve Mary’nin gerçek varlığının sınılandırılmış halidir.

Bu, Jane’in gerçekdışı veya yok olduğu anlamına gelmez. Bu sadece, gerçekten var olan “tek-bütün” Mary’nin gün yüzüne çıkan fakat özünde gerçekliği bulunmayan sınırlı hâli olduğu anlamına gelir.

Mary’e göre, Jane ayrı bir benlik, ayrı bir kişi değildir. Mary’nin bakış açısından nesneler ya da benlikler yoktur, rüyasındaki hiçbir şey gerçek değildir, onlar isimlerle nitelendirilebilen kendi müstakil oluşları olan varlıklar değildir. Olan biten sadece kendi zihninin aktiviteleridir ve bu aktiviteler en iyi fiillerle ifade edilir. İkiliğin olmadığı bu yeni durumda isimler yoktur. Her şey bilincin kesintisiz bir eylemi (şe’n) olarak algılanır.

Jane’in âşikâr olan varlığı aslında Mary’nindir. Jane’in “Ben” dediği aslında Mary’nin gerçek ve hakiki “Ben”inin hayâlî biçimde sınırlandırılmış versiyonudur. Jane’in sınırlı görünen benliği veya varlığı, Mary’nin sınırsız varlığına -gerçekten var olan tek şey olan- hayâlî bir sınırlanma gelmesiyle ortaya çıkar.

Ama bu sınırlandırma, Jane kendini ayrı ve bağımsız var olan bir varlık olarak görmediği sürece bir hata değildir. Bu ayrı ve bağımsız var olan, ‘Ben’ gerçekçi değildir, çünkü gölge hiçbir zaman kendiliğinden var olamaz.

Ancak tüm illüzyonlar gibi onun da içinde gerçekten bir pay vardır. Bir vahadaki suyun hakikati sudur, tıpkı bir filmdeki manzaranın ekrandaki bir görüntüden ibaret olması gibi.

Jane’in sınırlı zihninin hakikati Mary’nin sınırsız zihnidir. Jane bir süreçtir, bir varlık değildir. O, kendisi aracılığıyla Mary’nin zuhur edip dünyayı bildiği şeydir. Ego, kendini ayrı sanan benlik veya sınırlı zihin, Saf Bilinc’in sonsuz potansiyelini zuhur ettirdiği bir aracıdır.

Bir aracı olarak ego bir hata ya da problem değildir; yaratımın mekanizmasıdır. Ama varlık olarak bir problemdir. Bizlerin ayrı, bağımsız varlıklar olduğumuz inancı tüm dünya kültürümüzün üzerine inşa edildiği varsayımdır.

Bu ayrı benlik ya da ego kendisinin bir parça olduğuna inanır ve öyle hisseder. Bir parça olarak hiçbir zaman kendisini bütün olmadığı yanılgısıyla görür ve bu yüzden tamamlanma ihtiyacı hisseder; kendini korunaksız hisseder ve bu sebeple korumaya ihtiyaç duyar.

Ayrı benlik her zaman mutsuz ve korku doludur ve bu ayrı benliğin tüm eylemleri bu rahatsızlığı ya da ızdırabı dindirmeye yöneliktir. Böylece, ayrı olduğumuz inancı içimizdeki mutsuzluğun ve bireyler, toplumlar, ülkeler arasındaki çatışmaların nihai sebebidir.

***

Jane, Londra sokaklarındaki herkesin kendisiyle aynı dünyayı yaşadığını fark eder ve bundan yola çıkarak herkesin aynı dünyanın belirli kısımlarını gördüğü sonucuna varır. Aynı zamanda, herkesin aynı dünyaya erişimi olduğuna inandığı gibi, herkesin kafaları içindeki zihinlerinde kendi ayrı düşünce ve hisleri olduğuna da inanır.

Jane, kesin gerçeklik olarak düşündüğü şeyin yani diğerleriyle paylaştığı dünyanın kendi zihninin sınırlandırmalarının bir yansıması olduğunu fark edemez. Aynı şekilde, her birimizin sınırlı zihinlerinin bildiği ve deneyimlediği dünya kendini algılayan zihnin sınırlarını yansıtır. Ancak, tıpkı Jane’in dünyasının -Mary’nin zihninin- yadsınamaz gerçekliği olduğu gibi bizlerin de ayıkken algıladığımız dünyanın da bir gerçekmiş gibi görünmesi söz konusudur.

Algıladığımız dünya gerçektir ama onun gerçekliği sınırsız bilinçtedir. Bilinç zihnin sınırlandırmalarının filtresinden geçtiğinde kendisine dünya olarak görünür. Dînî terimlerle ifade edecek olursak, dünya Tanrı’nın sınırsız zihninin (akl-ı küll) ayrı deneyim nesneleri tarafından görülmesidir. Madde, Bilincin sınırlı zihin süzgecinden yansımasıdır.

Şimdi Mary’nin rüyasındaki Jane’in Peter’ı, Clare’i ve John’u akşam yemeğine davet ettiğini düşünelim. Mary’nin zihni tüm akşam yemeği partisine dönüşür: ev, oda, görünüm, yemekler ve Jane, Peter, Clare ve John olur. Dört arkadaş deneyimlerini paylaşırlar. Masanın ortasında bir kâse meyve vardır ve onun hakkında görüş paylaşımı yaparlar. Hepsi de beyaz bir kâsenin içinde altı elma ve sekiz portakal olduğunda hemfikirdir. Her biri de, zihinleri birbirlerinden ayrı olmasına rağmen – hiçbiri bir diğerinin ne düşündüğünü ya da hissettiğini bilmemektedir -hepsi de aynı meyve kâsesini görmekte ve deneyimlerini kesin bir biçimde ifade edebilmektedir.

Bunun, kendi bilinçleri dışında, maddeden oluşmuş ortak bir dünyada olduklarına yeterli kanıt olduklarını düşünürler. Neden Jane, Peter, Clare ve John aynı nesneyi görmektedir? Nesnenin onların bilincinin dışında ve bağımsız, kendiliğinden bir varoluşu olmasından ötürü mü?

Hayır! Aslında bu, her birinin sınırlı zihinleri Mary’nin bir bütün olan zihninden yapılmış, ondan türeyen ve onun içinde yer alan zihinler olmasındandır. Tüm zihinlerin aynı dünyayı görmelerinin nedeni Mary’nin zihninin – birbirinden ayrı gibi görünen sınırlı zihinlerin kaynağı- bir bütün olmasıdır.

Aynı şekilde, hepimizin aynı dünyayı görmemizin sebebi, her birimizin sınırlı zihinlerinin aynı Bilincin içinde ve aynı Bilinç’ten kaynaklanıyor olmasıdır. Bilincin aynı olması ortaya çıkan dünyanın da aynı olmasını doğurur.

Jane, Peter, Clare ve John, kendi deneyimlerini bilişlerinin Mary’e ait olduğunu bilmez. Olan biten ne varsa Mary’dir! Hepsi de deneyimlerini aynı biliş kaynağından alırlar.

Meyve kâsesi bir potansiyel olarak Mary’nin zihninde yer alır. Kendi sınırlı zihinlerine göre ortak dünyadaki tek bir nesne gibi görünen meyve kâsesini, sınırlı zihinleri farklı parçalar olarak ortaya koyulmamış (bâtın) Bilinç’ten zuhûra getirir.

Mary’nin rüyasında Peter’ın, Clare’in ve John’un öznel deneyimi olmadığı doğrudur – sadece Jane’in öznel deneyimi vardır – ama bu metaforu normal uyanık hâl için de kullanmayı düşünürüm yani karşılaştığımız diğer insanların da kendi deneyimleri olduğuna inandığımız durum için.

Aslında, tıpkı Jane’in sınırlı zihninde beliren düşünce ve görüntülerin çokluğu ve çeşitliliği onun zihnini parçalara bölmediği ve özündeki homojenliği bozmadığı gibi, sınırsız bilincin içinde beliren sınırlı zihinlerin çokluğu ve çeşitliliği de sınırsız bilinci birçok parçaya bölmez ya da onun birliğine leke sürmez. Ayrı zihinler olduğu görüşü sadece sınırlı zihinlerin son tahlilde hipnotik bakış açısından doğrudur.

***

Jane’in, Peter’ın, Clare’in ve John’in paylaştıkları dünyadaki meyve kabının tek olması Mary’nin zihninin dışında bir dünya olduğunun kanıtı değildir, tıpkı bizlerin de her birimizin gördüğü dünyanın Bilincin dışında var olabildiğini göstermediği gibi. Tam aksine, paylaştığımız ve sınırlı zihinlerimizin ayrılmış algıları ile gördüğümüz dünyanın tek bir sonsuz Bilinçten kaynaklandığını gösterir bu.

İki seçenek arasında nasıl seçim yapabiliriz? Occam’ın jileti ve deneyimin barizliği bize olan biten her şeyin Bilincin içinde olduğunu gösterir. Jane ‘Meyve kâsesini görüyorum’ dediğinde, gören ve bilen bir ‘ben’ den bahseder ve o ‘ben’in bedene ait olduğunu ve bedende var olduğunu düşünür. Ama Peter’deki ‘ben’, Clare’deki ‘ben’ ve John’daki ‘ben’ -her birinin deneyimlerini deneyimledikleri o varlık- aynı ‘ben’dir, bilen tektir, Mary’dir.

İşte bu bilen tek ‘ben’dir kendisini dört ayrı sınırlı zihne bölen. Jane, Peter, Clare ve John ‘ben’ diye düşündükleri şeyin kökenini araştırmak isteseler, ‘deneyimlerimi deneyimlediğim ‘ben’in öz doğası nedir?’ diye kendilerine sorsalar, zihinleri geriye doğru, daha doğrusu içeri doğru dalga dalga derinleşen bir yolculuğa çıkacaktır.

Bu yolculuk sonunda yavaş yavaş zihinleri sınırlandırmalardan kurtulacak ve bir noktada kendilerinin Mary’nin tek, bölünemez ve sınırsız zihni olduklarını bulacaklardır.

Yavaş yavaş yitip giden bir resmin arkasında sadece arka fonun kalması gibi, kendi benliklerinin kökünü araştıran zihinleri de kendi tabiatlarının sadece sınırsız Bilinç olduğunu görecektir.

Sınırlı zihin, sınırsız Bilinç hâline dönüşmez. Sadece, sınırlandırmalarından kurtulur, ve sonuç olarak her zaman olduğu tek şey olan sınırsız bilinç olarak âşikâr olur.

Sadece sınırlı bir zihin sınırlı nesneyi, bir öteki’yi ya da dünyayı görebilir; sadece sınırlı bilinç sınırsız bilinci bilebilir. Yani Jane, Peter; Clare ve John kendi zihinlerinin doğasını bilmek isterlerse, herbiri kendi kökenlerini araştırmalıdır, bunun için de sınırlandırmalarından kurtulmalıdır.

Şunu iyi bilmek gerekir ki, Jane, Peter, Clare ve John kendi ayrı zihinleri olan ayrı varlıklar değildirler. Sadece bir tane sınırsız zihin vardır -Mary’nin zihni- ki onun kendini, her biri kendi bakış açılarından dünyayı -Mary’nin zihnini- gören sınırlı zihinler olarak var olma özelliği vardır.

Aslında onların zihinlerinin bir bakış açısı da yoktur; onların kendileri birer bakış açısıdır. Onların zihinleri, Mary’nin sınırsız zihninin kendisini belki bir akşam yemeği partisi olarak deneyimlediği geçici olarak sınırlandırılmış halleridir, tıpkı her birimizin sınırlı zihinlerinin, kendileri aracılığıyla ve kendileri olarak Bilincin kendisini dünya olarak bildiği bakış açıları olması gibi.

Sınırsız bilinç kendi içinde sayısız geçici ve lokal bilinç noktası barındırma özelliğine sahiptir ki bunların her biri bireysel ve sınırlı birer zihne tekabül eder. Her zihnin yapısı ve şablonları o zihnin deneyimini belirler; eğer sınırsız zihin bir insan zihni şeklini alırsa, o zihin bizlerin bildiği haliyle dünyayı algılar ya da diyebiliriz ki onun şeklini alır.

Bir köpeğin, balinanın, serçenin veya örümceğin zihninin şeklini alırsa o zihne göre bir dünya algılar. Ama her iki durumda da algılanan dünya sınırsız bilincin dışında bir şey değildir. Ne var ki bilincin içindedir de diyemeyiz. Zira Bilincin kendisidirler!

Jane’in, Peter’ın, Clare’in ve John’un algıladıkları dünyanın onların zihinlerinin dışında olduğu gerçektir ama o dünya Mary’nin zihninin dışında değildir. Aslında herbirinin algıladığı ‘dış’ dünya kendi içsel duygu ve düşünceleriyle aynı malzemeden yapılmıştır.

Her ne kadar, bu dört arkadaşın bakış açısından deneyim zihin ve onun dışındaki madde olarak bölünmüş gibi görünse de ve zihni, maddenin meydana getirdiği sanılsa da aslında içte ve dışta olan şeyler aynı sonsuz ve bölünmez aynı malzemeden yaratılmıştır. Tek bir gerçek vardır -Mary’nin zihni- ve zahir olan her şey onun fonksiyonlarıdır.

Olan biten sadece, kendini bütün deneyimler şeklinde ifade eden tek bilinçtir. Her bir dünya, tüm deneyimlerin görünmez hakikati olan bilincin kendi sınırsız doğasının bir yüzü, bir kısmıdır.

Geçici bir zihnin ya da geçici bir farkındalık noktasının odaklanması sınırsız bilincin bir kısmını gerçek kılmasıdır.

Diyelim ki Mary’nin rüyasında Jane ve Peter partner olsunlar, öyle ki birlikte oturdukları masada birbirlerine bakarken birbirleri için büyük aşk hissetsinler. O duygu nedir? O duygu aslında en derin bir boyutta bir olduklarından gelmektedir.

Aşk, ortak olan varlığımızın sınırlı zihinler aracılığıyla sızmasıdır. Jane ve Peter haklıdır; her birinin deneyimlerinin kendileri tarafından bilinebildiği ve kendilerinden meydana geldiği iki sınırlı zihin de ortak bir kaynağa sahiptir. İki sınırlı zihin de Mary’nin tek ve bütün olan zihninin yüzeyleri, anlık odaklanmalarıdır.

Onların iki zihni aslında hiç ayrı değildir. Zihinler arasında görülen ayrım sadece bu zihinlerden her birinin sınırlı perspektifince gerçektir. Sınırsız bilincin bölünemezliği sadece bu dört arkadaşın meyve kâsesi hakkındaki algılarının ortaklığından değil, onların aşk ve dostluk deneyimlerinden de sorumludur.

Paylaştığımız dünyanın bilincin dışta bütünlüğünü ifade etmesi gibi aşk da bilincin içte bütünlüğünden ileri gelir. Dînî şekilde açıklarsak, aşk kalpte Tanrı’nın ayak izidir. Ortak benliğimizi deneyimlemektir.

Aynı şekilde “ben” düşüncesi de Tanrı’nın zihindeki imzasıdır. “Ben”lik, sınırsız ve bölünemez bilincin âşikâr olan benliklere ya da zihinlere bölünmüş ışığıdır. Bu sebeple ruhsal yollar iki ana yol üzerine kuruludur: sevgi yolu (aşk) ve ilmin yolu (irfan).

Aşk’ın ya da adanmanın yolunda her şey kendi kaynağı olan aşk’a dayandırılır; ilmin yolunda ise her şey kaynağı olan sınırsız bilince dayandırılır. Her iki yol da aynı aşk’a-ilme açılan giriş kapılarıdır.

***

Günlük hayatımız zihnin normal çalışmalarının kesintiye uğrayarak zihnin kendi hakikatine açıldığı anlarla doludur.

Yoğun korku, şaşırma, huşu, kalp kırıklığı, neşe, acı, aşk duygularını duyumsadığımız anlar, normal gören-görülen ilişkisini aşarak her ikisi için de ortak olan derin ortak hakikate geçebildiğimiz anlardır.

Ancak bu geçişleri yapabileceğimiz daha basit bir yol daha vardır ve bu yol her durumda ve herkes için mevcuttur. Basitçe bu yol, kendimize “bütün deneyimlerimin farkında olan kim?” sorusunu sormaktır.

Bu soru ile, normalde kendisinde uzaklaşarak düşüncelere, hislere, duyumlara ve algılara yönelmiş olan biliş yeniden kendisine yönlendirilir.

Zihin dış dünya yerine kendi öz doğasını araştırır bir hâle gelir. Buna meditasyon, öz-araştırma, murakabe veya ibadet denir.

Bu Jane’in kendisine ‘kendi deneyimlerini kendisi aracılığıyla bildiğim bilişin doğası nedir?’ sorusunu sorması gibidir.

Eğer zihin bu şekilde kendi doğasını keşfetmeye çalışırsa, kendi öz, bölünemez, koşulsuz doğasının farkındalığın, kendini fark etmesi olduğunu anlar.

‘BEN’, zihnin kendi doğasını deneyimlemesine verilen isimdir ve bu deneyim derinleştikçe ‘ben bedenim’ algısından ‘ben bilincim, farkındalığım’ algısına geçiş olur. Zihnin hakiki, bölünemez ve koşulsuz doğası bilinç olarak âşikâr olur.

Jane’in sınırlı zihninin ardında Mary’nin sınırsız zihni keşfolur.

***

Beni tanıyıp kulluk etsinler diye yarattım!
[Zâriyât:56’dan]

Kendini bilen, derhal rabbini bilmiş olur
[Hadîs-i Kudsî]

Kendi kendin bilmek oldu mârifet
Kendi kendin bilmemektir mâsiyet

Can, bahçedir ve marifet de sudur. Susamış bahçeye su ne yaparsa, marifet de (kendini, rabbini bilme) cana onu yapar. İlk farz marifetullah’tır.
[Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî]

O’nu “zâtıyla kâim ve bâtın, vücûduyla mevcûd, sıfatıyla muhît ve mütecellî, esmâsıyla ma’lûm, kudretiyle fâil, fiiliyle zâhir, eserleriyle meşhûd, batını ile sır” olarak bir bilene, bir görene bir bir selâm olsun...

25. Mektup

25. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların yirmibeşincisidir.

1mursidinmektuplari

İnsanı kendisine muhatab olarak yaratıp esmâ-ı ilâhîyesini tâlim eden ve eşyanın dahî ismini, hem cismini hem letâifini ilmullahından ve hikmetullahından ihsan eden, konuşmayı ve lisânı insan için îcad edüp lisânımızı hareket ettirmekten âciz olduğumuz haldeyken bi’l-kuvve Kur’ân’ın mânâsını ve kelâmullahın feyzini sadırlarımıza nakşeyleyen, Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ olsun.

Pâk ve münevver sadr-ı Muhammedi’lerine kitabullahın inzal edildiği ve mutahhar mübarek fem-i saadetinden kelâmullahın “Kur’ân” olarak sudur ettiği nur-i Muhammedîyeleriyle cümle eşyaya ve âlemlere rahmetin ve feyzin nüfuz ettiği mahbûb-i ilâhî, habîb-i edîb-i kibriyâ, fasîhu’l-lisân ve’l-beyân ol Muhammed Mustafa Efendimiz’e salât ve selâm olsun. Evlâd, ezvâc, ashâb ve tâbi olanlara salât ü selâmın ve hamd ü senanın bereketi îsal olunsun. Âmin.

Selâmun aleyküm, İhsan Efendi

Derviş İhsan Efendi oğlum, Cenâb-ı Hakk feyzini müzdâd eylesin. Feyz-i ilâhî ve tevfîk-i ilâhî dâimâ refîkin(arkadaşın) olsun. Güzel evlâdım, tasavvuf edebinde, zaten tasavvuf edeb demektir amma söz böyle zuhûr etti, husûsî konuşma şekilleri vardır. Derviş, sözü söylemeden anlar. Lâkin söz söylendiğinde de nasıl anlaması gerektiğini büyüklerinden aldığı sohbet üslubuyla anlamaya gayret etmesi lâzımdır. Her ilmin kendine ait lisânı veyahut her lisânın sahasına göre bir mefhumu vardır. Tasavvufun da kendine mahsus özel ıstılahâtı vardır. Sûfiyyenin ahkâmını ve ilmî hüviyetini ortaya koyan birçok mefhum mevcuttur. Meselâ; tevhîd, cem, cemü’l-cem, takva, verâ, tevazu’, mahviyyet, fenâ dereceleri, bekâ makamları gibi daha bir çok îzaha muhtaç mefhumlar vardır. Bunlar şimdilik dursun. Bir de dervişe günlük hayatında, sohbette, meydanda lâzım olacak kullandığı veya kullanılagelinen tâbirler vardır. Derviş bu sözleri ilk önce öğrenmeli, mânâsı üzerinde düşünmeli, sonra hayatına tatbik etmeli ve bu lisân üzre konuşmalıdır. Daha evvel de arzettiğim gibi, üslûb-ı lisân ayniyle insandır.

Derviş oturuş, kalkış, yürüyüş üslûbuna dikkat ettiği gibi konuşma üslûbuna da fevkalâde dikkat etmelidir. Fasîhu’l-lisân Fahr-i âlem Efendimiz (sav) “Kendinizi cehennem ateşinden veya Hakk’m cemâlinden uzaklaşma ateşinden koruyunuz, velev ki bir güzel kelimecik olsun.” buyurarak bir güzel sözün dahî insanı cehennemden kurtarabileceğine, bir sözün güzelliğiyle insanın nârını nur edebileceğine işaret buyurmuşlardır. Mamâfih büyük âlimler, bir kelime güzel sözün, bir kerecik dahî olsa “Lâ ilahe illallah” denilmesine işaret etmesini söylemiş olsalar da, yine pek çok âlim güzel bir sözün te’sirinin yani tevhîdden beslenen sözlerin te’sirinin kişiye sayısız fâideler vereceğine işaret etmişlerdir. Her güzel sözün kökünde muhakkak tevhîd vardır. Güzel söz de insanı Allah ile birliğe götürür. Çirkin sözlerin kökünde de ikilik vardır. Daha doğrusu tevhîdden ayrılmış uçlardır ki onlara kök dahî denmez. Kökü necis ve habis olduğu için ondan neş’et edenler dahî çirkin olur.

O halde İhsan Efendi oğlum, âriflerin sohbetine ve o sohbetin özüne nüfûz eylemeye çalış. Lâkin o öze işaret eden ve o cevherle beslenen, böylece zuhûr eden sözlere dahî dikkat eyle. Hem o lisân üzre konuş hem o lisânın mânâsına göre amel et. Bir adam konuştuğunda sohbet meclisine erişip erişmediği üslûbundan belli olur. Binâenaleyh mürşid sohbetine erişip de ahvâlini ve akvâlini(sözlerini) düzeltemeyen, su başında susuz kalmış insan gibi mahrumiyetini göstermiş olur. Mürşidi vesilesiyle bir yoldan feyz alan kişi lisanıyla tebarüz eder.

Güzel evlâdım, vaktiyle bizler zât-ı âliniz gibi aynı mânevî rahle-i tedrisattan geçtik. Büyüklerimiz konuştuğumuzda bizleri îkaz eder ve mensûbu olduğumuz yolun âdâbına uygun konuşmaya sevkederlerdi. Dervişânın kendine mahsus, âdetâ îcad eyledikleri bu tâbirlerden bir kısmını zikretmem hem sizin için hem de diğer kardeşlerimiz için güzel kelimelerin şuyû bulmasına(yaygın olmasına) vesile, böylece Cenâb-ı Hakk’m rahmetinin şümûlüne de vasıta olur inşâallah.

Meydan terbiyesinde en ayıp sözlerden biri ‘ben’ demektir. Dervişin ‘ben’ diye söze başlaması ta başında kabahat etmek, demektir. ‘Ben’ sözü lisânına bile yerleşmeyecek ki benlikten kurtulabilsin. Günahların birçoğu hayalde ve dimağda kendisini meyil olarak gösterir ve bu meyil kalbe, kalbden de lisâna te’sir eder. ‘Ben’ demenin hata olduğunu bilen derviş benlik sevdasından uzaklaşmakla kalmaz, aldığı terbiye ile öyle bir noktaya gelir ki ‘ben’ demeyi ve benliği unutur. Mürşidlerin ‘ben’ kelimesini kullanmaktan dervişlerini sakmdırmasındaki murâd benliği unutturmaktır. Onun yerine ‘bendeniz’ tâbir ederler. Bendeniz, köleniz manasınadır. Derviş bu kelimeyi herkese kullanabilir. İster derviş olsun ister keşiş. Karşısındaki insanla günlük hayatında bu şekilde konuşabilir. Karşımızdaki insanın ezelden sahip olduğu, Allah Teâlâ’nın ‘ruhumdan ruh nefheylediğim’ buyurduğu o ruha istinaden bu sözü söyler. Yani “Ben sendeki Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği ruhun kölesiyim, sen hazret-i insan sûretinde yaratılmışsın. O halde böyle yüksek bir cevhere sahipsin. Sana değil, senin özündekine tâlibim. Biz bu özde birleşiyoruz.” demektir. Tabiî ki derviş ârif olacak. Savaş meydanında zâlim bir çıfıta, kibirli, hak tanımaz deyyuslara ‘bendeniz’ şeklinde hitab etmek câiz değildir. Belagât, sözü yerinde kullanmaktır. Zâlime el pençe divan durmak ve ona nezaket göstermek İslâm’ın rezil kabul ettiği ahlâktandır. Derviş sadece nefsiyle cihad etmez, cihad meydanında da en güzel şekilde Müslüman’a yakışacak vakarını, heybetini gösterir, kimseden çekinmez. Bendeniz sözünde bir başı eğiklik ve kölelik yoktur. Tam tersine “Ben Allah’tan başka kimseye kul olmam.” idrakinin ilanı ve hürriyetine müştak bir hal vardır. Herhalde anlaşılmıştır. Bazen ‘ben’ kelimesi yerine ‘fakır’ tâbiri kullanılır. Gerçi fakîr kelimesinin o büyük manâsıyla ‘ben’ kelimesi mukayese bile edilmez amma âdet olmuş, yerine kullanılır, diyoruz. Yoksa fakır kelimesinin ulvî mânâsı ben kelimesinin süflî dairesine asla sığmayacak kadar büyüktür. Hadd-i zâtında ‘fakîr’ iddialı bir sözdür. Çünkü “Benliğim dâhil her şeyi terk ettim, ne benliğimden ne başka kimseden bir şey ümid ettim, ben ancak Allah Teâlâ’ya muhtaç ve tâlibim.” demektir. Derviş bu kemâlde olmasa da konuşurken fakîr tâbirini kullanır. Zîrâ sözler dua gibidir. Bir kişi ısrarla duada bulunsa ve bir zikir üzre azmetse, sebat etse elbet zikrettiğine ve niyâzının neticesine erişir. Yani fakîr, fakîr diyerek inşâallahu Teâlâ o da Allah’tan gayrıya muhtaç olmayan kişiler zümresine dâhil olabilir. İnsanda böyle bir hal yoksa övünebileceği, güzel diyebileceği bir hali de yoktur. Ancak bu fakrın sırrına ve zevkine erişmişse, işte o insanın bu âlemde güzel bir sermayesi var, demektir. Allah Teâlâ’ya muhtaç olmaktan daha büyük bir nimet yoktur. Biz ‘elhamdülillah’ derken dahî Allah Teâlâ’ya muhtaç olduğumuzun hamdini ilan ederiz. Efendimiz(sav) “El fakru fahrî” buyurarak Livâü’l-hamd sırrını ne güzel işaret eylediler. Fefhem(düşün).

Derviş lisânında mümkün mertebe menfî konuşulmaz. Yani insanı kötü düşünceye, üzüntüye, kötülüğe sevkedecek, sıkacak tâbirlerden ihtizâr edilir (kaçınılır). Daha evvel de zikrettiğim gibi mü’minin konuşması bile dua gibidir. Meselâ; düşersin, yanarsın, hastalanırsın şeklinde îkazda bulunmaz. “Dikkat et yanmayasın, şöyle yap ki hastalanmayasın, düşmeyesin.” şeklinde konuşur. İki şekilde de karşıdakini îkaz vardır. Lâkin birisi menfî, diğeri müsbettir. Derviş hep müsbet taraftan konuşmalı. Hem ağızdan çıkan söz dua gibi olduğundan, ‘yanarsın’ dediğinde adamın yanmayacağı da varsa yanıverir. ‘Hastalanırsın’ dersin, bu söz vücûd bulur, hastalanıverir. Bu husûsa ziyâde dikkat etmeli. Küpün içinde ne varsa dışarıya o sızar. Dervişin de ağzından güzel sözler akmalı. Sonra “El bela-ü müekkilü’l lisân”, “Bela lisâna bağlıdır.” demişler. Yani menfî bir şey söylediğinde hem vücûd bulur hem de o menfî sözden kuvvet alarak şeytan ve nefis kendine yol bulur. Hazret-i Yakub(a.s)’un çocuklarına; “Yusuf’u kurdun yemesinden korkuyorum, çekiniyorum.” demesi üzerine hemen diğer çocuklar “Yusuf’u öldürürüz sonra kurt yedi, deriz.” diye karar almışlardır. İçimize tulü’ eden (içimize doğan) birçok şeyi lisânımızla zikretmememiz îcab eder. Bunun misalleri çoktur. Anlaşıldı ki derviş dâimâ müsbet şeyleri zikredecek, menfî bir durum varsa da onu müsbet cümlelerle îkaz ederek muavenette(yardımda) bulunacak. Sufî ıstılahlarından biri de ‘mihmân olmak’tır. Avâmın ‘uyumak’ sözüne karşılıktır. Burada çok büyük bir nezaket vardır. Mihmân olmak, misafir olmak demektir. Hakîkaten de biz uyuduğumuzda ‘ben’ ve ‘benim’ dediğimiz her şey bizden alınır. Uyku denilen bir hal bizi kuşatır. O anda zâlimi, kâfiri, mü’mini, âlimi hepsi bir hale bürünür. Ruhlar kabiliyetlerine göre bir yerde bekletilir. Allah zevkiyle ve aşkıyla, Resûlullah muhabbetiyle gününü geçiren, nefsiyle cihad eden kişi yattığında uyumaz. Mihmân olur. Peki nereye mihmân olur? Hangi makama misafir olur? Allah’a misafir olur. Allah ve Resûlü’ne müştak olan ruhlar beden hapsinden bir müddet âzâd olup ulvî ruhlarla ve ulvî âlemlerle hemdem olur. Ruhu Allah Teâlâ’nın vahdet denizine gider, orada bir müddet kalır. Bedene ‘uyan’ emri verildiğinde ruh vücûda iade olunur. Bu dünyadaki mekânına misafirlikten avdet eder. Amma o ruh misafirlikte olduğu müddetin zevkiyle o bedene dâhil olduğundan o zevkle döşeğinden kalkıverir. Hele büyükler için ‘uyudu’ sözü gaflet mânâsına geldiğinden çok kaba bir hatadır. Efendimiz(sav) “Benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz.” diyerek bu sırra işaret buyurmuşlardır. Kalpleriyle, kalıplarıyla ve cesed-i pâkleriyle dâimâ Hazret-i Allah’ın murakabesinde olan peygamberler uyumakla abdestlerini zâyi etmezler. O halde; uyku büyükler için gaflet değil, Hakk’ın husûsî ikramıyla Hakk’a âşinâ oldukları bir demdir. Böylece insanların ve bu hayatın meşakkatinden bir müddet almır, huzurullahta dinlendirilirler. Mürşid-i âgâhlar ibadet taata ve cihada kuvvet olsun diye yatarlar. Bedenleri döşekte iken yatar gibidir. Amma ruhları ya terbiyesini vermekle memur olduğu kişilerle beraber irşadla, ya da bu irşad için lâzım olan ma’lûmâtı ve ilhâmâtı almakla meşguldür. Onların yatışı istirahat değil istihâredir. Çünkü bir adam bu bedenle kayıtlı olduğu müddetçe velâyet makamında da olsa birçok yere yetişemez. Ama bedeni bıraktığında ruhuyla daha hızlı hareket eder, seri olur. Yani evlâdım, senin anlayacağın evliyâullahın uykusu dahî bir nev’î meşguliyettir. Benim bir sohbet şeyhim vardı. Bazen geçer içerdeki döşeğine uzanır, aramızdaki samimiyetten dolayı da “Dur şu ihvanın bir haline bakayım müsaadenle, sonra tekrar konuşuruz.” der ve öylece yatardı. Ma’lûmâtını alır, sonra yanımıza avdet ederdi. Fakîr buna çok defa şâhid oldum. [audio http://semazen-doc.com/mestmp3/122-ahbenolaydim.mp3]

Derviş kapıyı, vesaireyi kapamak, örtmek gibi tâbirler kullanmaz. Kapıyı kilitle diyerek de konuşmaz. Kilitlemek, kapamak ve örtmek tâbirleri kalbe huzursuzluk veren ve örfümüzde de hoş olmayan şeyler için kullanılmıştır. Kapının kilitlenmesi tâbiri artık o kapının açılmamasına, güzel giden bazı şeylerin bitmesine işaret eder. Bunun yerine “Kapıyı çevir!” veyahut yatarken “Kapını sırla!” tâbir edilir. Hatırıma gelmişken hemen söyleyeyim; yeni yeni âdetler çıktı. Geçenlerde maalesef bir arkadaşımız konuşurken tevafuk eyledim. O kişi vefât eden tanıdığı için “Toprağa verdik.” deyince başımdan aşağı sanki kaynar sular döküldü. Yâ hû, insan toprağa verilir mi? Biz Nasranî miyiz ki toprak toprağa, ateş ateşe, küller küllere kavuştu, diyeceğiz. Topraktan yaratıldık ama topraktan gelmedik ki, biz Allah’tan geldik, yine Allah’a döneceğiz. Toprağa giren cesettir. Biz cesetten ibaret değiliz ki! Ve inşâallah toprağın içine girsek de toprakta kaybolmayacağız. Biz toprağa sırlanacağız. Kabrimiz bizler için sır kapısıdır. Dünya üzerinde sırlanır, âhirete o sırla nurlar gibi doğarız inşâallah. Geçmişte yaşamış âlimler bu sözleri Müslüman evlâdının söyleyeceğini bilseydiler bu nev’î sözlerin küfür olduğunu kitaplarına dahî yazmaktan çekinmezlerdi. Toprağa hayvan verilir, insan değil. İşte lisân bozulunca insanlık da bozulur. Ol sebebden Allah Teâlâ, halîfe olmamız hasebiyle lisânlarımızı kelâmıyla süslemiş ve indirdiği Kur’ân-ı Kerîm ile lisânımızı dahî ıslah eylemiştir. Tekrar mevzu’muza dönersek; kilitlemek ve örtmek tâbiri dervişin lisânında olmaz. “Ocağı yak, ateşi yak.” denmez. “Ateşi uyandır, ocağı uyandır.” denilir. Eskiler ne der bilirsin. Beddua ederken “Ocağın yansın!” derler. Şimdi seyr u sülûkunda zarafeti meşk eden bir kişi sözlerinde kabalık etse hoş mu? Hoş değil. “Ateşi söndür!” de denmez. “Mumu söndür, kandili söndür!” tâbirleri de hoş tâbirler değildir. Onun yerine “Ateşi veya mumu dindir!” denir. Efendim, “Böyle söylense ne olur? Günah mıdır? Maksadımız anlaşılmış olmuyor mu?” diye itiraz edilirse biz yine iyi tarafından bakarak şöyle cevap veririz: “Efendim, böyle güzel söylediği zaman olmuyor mu, neden güzel tarafından konuşmayalım? İnsanlar kaba saba konuşarak kabalaşır. Ruh kemâle ermez, hamlaşır. Ham ervah olur. Günlük hayatında bu nezakete dikkat etmeyen kişi Kur’ân-ı Kerîm’deki ve hadîs-i şerîflerdeki nezaketi nasıl anlar? Sonra âyet-i kerîmeyi okur, kendisi âyât-ı beyyinâtın ahlâkî güzelliğine erişeceği yerde o güzellikleri kendi çirkinliğine benzetir. Ondan sonra da olan olur. Bak evliyâullahın sözlerine, hakikatten nasîbdâr olan âlimlerin eserlerine. Üslûbları ne kadar zarif, ne kadar nazik, ne kadar kerîmdir. O üslûb ile tanışan insanlar âdetâ Kelâmullah’ı ve kelâm-ı Resûlullah’ı anlamaya hazır hale getirilir. Hadîs-i kudsîde ne buyruluyor: Allah Teâlâ’ya bir adım yaklaşana Cenâb-ı Hakk on adım yaklaşır. Kişi kendi hayatında konuştuğu lisâna ve tavırlarına Allah için dikkat ederse Cenâb-ı Hakk da o kişiye kendi kelâmını, zarafetini, habîbinin edebini on kat daha fazla onun üzerinde müessir kılar. Kişi Kur’ân’ı ve hadîsi daha iyi anlamaya muvaffak olur. Allah Teâlâ’nın kelâmından ve Efendimiz’in sünnet-i seniyyesinden feyz alarak bu ahlâk ile ziynetlenen kişi daha güzel bir hale, daha ulvî makamlara elbet ulaşır. Bizler seyr u sülûkumuzda dâimâ kemâl üzre hareket etmek ve en güzeli tercih etmek ile mükellefiz. Derviş hem haliyle hem sözüyle numûne olmalı, mensûbu olduğu yola, büyüklerine kendi üzerinden taş attırmamalıdır.

Kıymetli İhsan Efendi oğlum, mektûbunda sorduğun suâllere cevap vermeye kalkar isem bu satırlar epeyce uzayacak amma inşâallah söz veriyorum birkaç güne kadar hem bu mevzu’un devamını hem de senin suâllerine cevabı diğer mektûbda yazmaya gayret edeceğim. Yağmur sağnak sağnak yağarsa toprağın içine nüfuz etmeden üzerinden akıverir. Azar azar inerse toprağın içine nüfûz eder. Biz de bu arifane ma’lûmâtı şimdilik burada bırakalım. Cenâb-ı Hakk râzı olduğu amellerimizi tamamlamaya muvaffak eylesin. Eksiklerimizi tamam eylesin. Noksanlıklarımızı kemâliyle, kusür u küsürumuzu settariyetiyle, günahlarımızı af ve mağfiretiyle, seyyiâtımızı dahî ihsan eylediği hasenâtıyla ikmal eylesin. Her halimizi rıza-i şerifini tahsile vesile eylesin. Cenâb-ı Hakk’ın selâmı, rahmeti, inayeti, muvaffakiyeti dâimâ üzerine olsun İhsan Efendi oğlum. Vesselâm.

26. mektupta görüşmek üzere…

Cennet Bahçesinden

Mahzûn Dost,
Onlar o kimselerdir ki iman etmişlerdir ve kalpleri Allah’ın zikri ile mutmain olmuş, sükûn bulmuştur. Çok iyi bilin ki kalpler ancak Allah’ı anmakla itminana kavuşur, huzur bulur. [Rad, 28]

Al­lâh’ı zik­re­den kim­sey­le zik­ret­me­ye­nin mi­sâ­li, di­ri ile ölü gi­bi­dir. [Hadis-i Şerif]

Cenâb-ı Hak, kullarından birinin başına velâyet tâcını giydireceği zaman, ona önce zikir kapısını açar. Kalbine zikretme tadını verir. Kul, bu tadı aldıktan sonra, ona Zât’ına yakınlık kapısını açar. Onu ünsiyet, yakınlık ve ülfet makâmına oturtur. Bundan sonra tevhîd kürsüsüne çıkarır. İşte asıl olacaklar bundan sonra olmaya başlar. [Ebu Said El-Harraz]

Ömrünün sermayesin verme yele
Geçti fırsat bir dahi girmez ele
Ey gönül gel Hakkı zikret aşk ile
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem
Bu dem ile devreder devr-ü zamân
Bu dem ile zikreder ins-ü cân
Bu dem ile deyegörsen el-aman
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem
Eğer can arasan ara cânını
Boş yere sarfetme gel figânını
Eğer Ruhsâti isen mâşukun tanı
Zikreyle dem be dem Hakkı bülbülüm

İşte can kulağımıza bırakılan gönül gözün açan, dost kokusun yayan gülistânın davetiyesi:

Güzel aşık cevrimizi çekemezsin demedim mi
Bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi

Çıkalım meydan yerine, erelim Ali sırrına
Can û başı Hak yoluna koyamazsın demedim mi [267. mestmp3]

Gelip geçen bu haftada gönlümüzde yazılı olanların dağınıklığı ve dahi ağırlığı altından kalkamadık, buyrun burdan yakın ateş-i aşkı…

[Nev-Niyâz ve Dedesi]

– Madem okuduk kitaptan… Elimize tesbihi alıp alemin zikrine ortak olalım.

Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm…

– Öylesi de hoştur amma bir kâmil mürşide varmadan olmaz. Bu alemde Hakkın insana tecellisi yine başka bir insan vasıtasıyladır.

Fırsatı kaçırmadan ve tereddüde düşmeden, bu fânî âlemin aldatmacalarından sıyrılmış, kendini tamamıyla Hakk’a teslim etmiş olan kâmil insanın eteğini tut ki, âhir zamanın, şu bozulmuş dünyanın fitnelerinden kurtulasın! Velîlerin sözleri âb-ı hayatla dolu, saf, dupduru bir ırmak gibidir. Fırsat elde iken ondan kana kana iç de gönlünde mânevî çiçekler, güller açılsın. [Hz. Pir Mevlana]

– Hz. Pir Efendimiz’in bir sözü var: “İnsanın halinin aynası, eşi dostu, düşüp kalktığı kimselerdir” buyurmuşlardır. Bu babdan izâhını rica etsek?

– Hz. Ali (kv) Efendimiz de “Herkesin bir miyârı, tartısı vardır, bu ölçü de görüştüğü kimselerdir, halinin aynası, eşi dostudur” buyurur. Öyle değil mi? Bir kimseyi tanımak için onun dost, arkadaş çevresini araştır ve buna göre de hükmünü ver

– Ben zannediyordum ki insan kendini diğerlerinde görür.

– Ayıp cihetiyle öyle… yani birisinde bir fenâlık gördün mü, onu kendinde bil. Meşhur hakîmlerden biri yolda giderken bir deli görmüş. Deli duraklayarak hakime uzun uzun bakmış ve gülmüş. Bunun üzerine hakim, yanında bulunanlara dönüp: Amaan demiş, deliliğe karşı ne kadar ilaç varsa beni onlarla tedavi ediniz! Yanındakiler hayretle sizde cinnet eseri dahi yok. Bu arzunuza sebep nedir? diye sorunca hakim, eğer bu deli bende bir cinsiyet eseri, bir yakınlık görmemiş olsaydı, velev bir an olsun, yüzüme bakıp gülmezdi diye cevap vermiş. Güvercin güvercin ile doğan doğanla uçar. Mesela sen, gece gündüz devamlı olarak hafif, havai, sivri akıllı bir kimseyle ondan zevk alabilir misin? Onun için herkesin düşüp kalktığı ve anlaştığı kendi eşi, dostudur.

– Mü’min mü’minin aynasıdır hadisi şerifini de böylece mi anlamak lazım?

– Sırlar aleminden gelip, sırlar taşıyıp, sırlar alemine giden insanın, bu dünyadaki kısa yolculuğunda, latif canına, kesif teni sır oluyor. Cam ile “sır”ın birleşmesinden ayna meydana geldiği gibi, can ile tenin birleşmesinden de ayna meydana geliyor. Onun için Efendimiz (S.A.V.) “mümin, müminin aynasıdır” buyurmuştur. Gönül aynası bazen kişinin kendisine ayna olur. Bazen mümin kardeşine ayna olur. Bazen de Rabbinin sıfatlarına ayna olur.

– Bu ayna meselesinden kimbilir daha neler yansır…

– Birbirine bakan iki aynanın ortasında durmuşsun, hangi aynaya bakarsan bak, kendinin binlerce suretini görürsün. Her farz namazında, aynı safta, iki ayna hükmündeki müminin arasına durduğunda, sağındaki ve solundaki yüzlerce mümini kendin gibi veya kendini onlar gibi aynı şeyi fısıldarken aynı hareketleri yaparken görürsün. Biz de sual eyleyelim: Neden tekkelerdeki zikir gününe “mukâbele” deniyor?

– Siz daha iyi bilirsiniz, neden?

– Çünkü bütün kardeşler, içlerinde herhangi bir fesat, bir kötülük olmaksınız toplanıp birbirlerine karşı birer ayna gibi olurlar.

– Şimdi de bir ayet yansıdı fakirin aynasına: Onların göğüslerindeki kini çıkarıp atmışızdır; (hepsi) kardeşler(ihvan) olarak divanlar üzerinde karşı karşıya oturur (sohbet eder)ler mealinde …

– Eyvallah Sure-i Hicr’deki bu ayet te tam isabet oldu. Yani cennet ehli olan ihvan misali yüz yüze, karşılıklı (mutekâbilîne) olmak lazımdır ki, “mü’min mü’minin aynasıdır” hükmü üzerine kalp kalbe gıll û gışsız, kin ve hileden uzak, cilâlı bir ayna misali mukâbil olabilsin. Ta böylece tevhid ve ittihadın sırları müşahade olunsun… İşte “mukabele” sözünün asıl manası budur ve bu suretle âriflerin dünyada da cennete olduklarına işaret vardır.

– Cennet öbür dünyada değil miydi ya hu?

– Malumdur ki cennet iki kısımdır. Biri öteki dünyadaki, biri de – seni dahi şaşırtan bu dünyadaki cennet. Ne zaman ki bir kimse “ölmeden evvel ölme” bahtiyarlığına erer yani kendi irade ve arzusuyla ölürse onun vücudu kabri cennet bahçelerinden biri olmuş olur.

– Ölmeden ölen, yeniden doğan Mevlevî dervişinin, başındaki sikkesinin mezar taşı, giydiği beyaz tennuresinin kefeni, sırtındaki siyah hırkasının kabir toprağına işaret etmesi gibi…

– El-hak öyledir… Bu mertebede o kul mârifet cennetine girer ve şuhut gözüyle Hakkı görür. Dünyada öyle bir cennet vardır ki, ona giren, ahiret cennetine iştiyâk duymaz buyrulur…

– Sadrınızdan yansıyanlar fakire bir nutk-u şerifi hatırlattı:

Hak suretidir âlem-i imkân ile âdem
Bundan güzeli nerde ki cennette mi sandın
Her yer ne güzel menba-ı hüsn, insan güzeli
Sen de bu cemâli, huri gılmanda mı sandın
Her yerde, fakat arifin kalbindedir Allah,
Yoksa sen onu arz u semâvâtta mı sandın
Dünyâ diyerek geçme sakın, burdadır her şey
Mîzân ü sırât’ı mutlaka orda mı sandın
Cennet ü dûzah, gamm ü sürür, zulmet ile nûr
Yaptıklarının gölgesi, hâriçte mi sandın
Bilgin sana kıymet, talebin neyse osun sen
İnsanlığı sâde yiyip içmekte mi sandın
Hâlin ne ise müşteri sen oldun o hâle
Noksanı meğer adl-i ilâhîde mi sandın
Fikrim bu benim, virdim ise her lahzada âh
Sen âh-ı ateş-sûzumu beyhude mi sandın
Yeniler her âh ile Ken’’ân ahd-i elest’i
Ahım acaba nefha-yı hâbîde mi sandın

– Demek oluyor ki dünya cennetine girmiş olan ârifler ve dervişler, mukâbele günü bir yerde toplanıp Hakk’ın zikri ve fikri bahçelerinde canlarını ruhaniyet gülleri ve ehadiyet sırları sümbülleri ile gıdalandırırlar. Resulullah Efendimiz:  “Zikir meclisleri, cennet bahçeleridir.” buyurmuşlar. İşte mukâbelede bulunan bu sâlikler, dünya cennetindeki Tûba mesâbesinde olan kâmil insanın vücud ağacı gölgesinde toplanıp O’nun vücud ağacından silkilen irfan ve hoşluk meyvelerini toplarlar. Efendimiz buyuruyor ki: “Cennet ağaçlarından bir ağaç buldunğunuz vakitte gölgesinde oturunuz ve yemişlerinden yiyiniz” Dünyada bu nasıl kâbil olur yâ Resulallah? dediklerinde, ”bir ilim sahibi bulduğunuz vakit, cennet ağaçlarından biribş buldunuz demektir” cevabını vermişlerdir.

Aklın varsa, vahdet dergâhının kapısını görmeden yolda uyuyup kalma! Sığınacağın yer, o meyveli ağacın gölgesinden uzak olmasın. Zirâ kâmil insanın vücudu demek olan o ağacın dallarından aşk ve irfan meyveleri dökülür. Talip ol! Bu meyveler senin üzerine yağsın. [Hz. Pir Mevlana]

– Peki bu aynayı benim gibi günahkar bir kul nasıl kullanmalı?

– Evvelen, gönül aynasını temiz tutmalı ki, başkalarına ayna olasın, sonra gönül aynası tertemiz olanları kendine dost edinmeli ki, kendi hatalarını göresin. Gönül aynasını Kur’an ve sünnetle her an temizleyen ve zikrullah ile cilalayan ve azaları ayna olarak, Efendimiz’in hal ve harekatını bize yansıtan gönül sultanlarına bakarak güzelleşenlere aşk olsun…

– Vakit,  “Zâyî olmuş, anladık; Sen’siz geçen saatimiz.” kelâm-ı kibârının ifâde ettiği hissiyatla, dergâhında  niyaza durmak vaktidir:

“Rab­bi­ni hamd ile zik­ret, sec­de eden­ler­den ol ve ölün­ce­ye ka­dar Rab­bi­ne kul­luk et.” [Hicr, 98-9] em­ri­ne tâ­bî ola­rak ya­şa­maya gay­re­t eden bizleri muhabbetullah iklîminde yaşatıp zikirle gönüllerini ihyâ eden, kalpleri nûr-i ilahî ile ışıldayan, marifet denizinden nasîb alan, lütuf ve kerem tecellîlerine mazhar olan kullarından eyleyiver. Biz kullarını bir nefes bile Yüce Zât’ından gâfil kılma! Yüce Zât’ını kalp ve beden âhengi içinde zikredip gönüllerimizi zikrullâh’ın rûhâniyetiyle doldurabilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eyle…

Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma,
Hazreti Pir’e bayram olan Şeb-i Arûs, Dem-i Hazreti Hüseyin,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet,
zahir ve batınlarımız hayrola,


Aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah,
Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim