Korkma

Düşünceleriniz dışında hiçbir şey sizi bağlamaz ; korkunuz dışında hiçbir şey sizi sınırlamaz ve inançlarınız dışında hiçbir şey sizi kontrol etmez.
[M. Williamson]

Hayatta kalma ve bunu devam ettirme dürtümü sürdürebilen şey, benliğimi kaybetme korkumdur. Hem en çok özlediğim hem en korktuğum şey yine benliğimin yokluğudur ve gerçekte kim olmadığımı anlayana kadar hayatım, korktuğum şey tarafından yönlendirilir.
[T. Parsons]

Tüm Korkuların Altında Yatan Korku Üstüne…

– Benim suâlim korku ve endişeyle ilgili. Şimdi ben, farklı şekillerde gizlenmiş aynı temel duygunun, tüm hayatım boyunca sahip olduğum acı veren bir his olduğuna şahidim. Bir anda telefonumda beliren bir metin mesajı kadar küçük bir şey bile, duyguya kendisini bir nesneye bağlama şansı ve gücü veriyor ve beni korkutabiliyor gibi görünüyor. Aklım daha sonra en kötü durum senaryolarını hayal etmeye başlıyor. O anlarda kendimi öyle bir kaptırıyorum ki sorunun dış nesne olduğuna tamamen inanıyorum.

Evet, korku ya da kaygı kendini mevcut duruma fenâ halde bağlamış.

– Bunun “ayrı benliğin var olmayı bırakacağı korkusu” olabileceğini düşünmeme neden olan birkaç deneyimim oldu. Bir zamanlar çocukken uykuya dalıyordum ve “Bütün bunlar var, oluyor işte ve ben yokum” diye düşünüyorum, bu çok dehşet verici… İkincisi, sohbetlerinizden biri esnasında  bizi ‘benliğimizin sınırlarını bulmaya’ davet ettiğinizdeydi. Herhangi bir sınır bulamadım ve bunalmış, korkmuş, sıkışmış hissettim.

Bu, görünüşte ayrı benliği karakterize eden, varlık komasındaki kişi için tipik vâroluşsal korkudur.

Aslında, ayrı benliği oluşturan iki varoluşsal duygu vardır – daha doğrusu ayrı benlik olan aktivite, eylem. İlki, olana direnç ve olmayanı arayış diğeri de korkudur. Bu aslında ölüm korkusudur: fiziksel ölümden değil, inandığımız ve olduğumuz gibi hissettiğimiz psikolojik varlığın ortadan kaybolmasından. İkincisi, kaçınılmaz olarak ona eşlik eden eksiklik duygusu ve arayıştır. Kısacası, direniş ve arayış, egoyu oluşturan yani görünüşte ayrı benliği oluşturan iki etkinliktir.

Senin durumunda korku daha güçlü. Dediğiniz gibi, korkuya neden olan durumun kendisi, bu durumda dışardan gelen metin değil. Aksine, metne (ya da başka bir dış koşula) tutunan, böylece kendisini destekleyen ve meşrulaştıran varoluşsal korkudur.

Bu varoluşsal korku, diğer tüm deneyimlerinizin (düşünme, hissetme, hareket etme, algılama, ilişki kurma vb.) arka planında yatar; tıpkı ekran koruyucunun bilgisayarınızda açık olan tüm programların arka planında olması gibi.

Belgelere ve resimlere bakmaya alışmış biri açısından boş ekran sıkıcıdır. Bu nedenle, ekran koruyucunun amacı, üzerinde başka hiçbir belge veya resim açık olmadığında sıkıcı ekranı gizlemektir. Bir ekran koruyucu gibi, deneyiminizin arka planındaki varoluşsal korku, gerçek doğanıza geri dönmenizi, basitçe var olmak ya da farkında olmak gibi engeller. Gerçek doğanıza bu dönüş, görünüşte ayrı olan benlik tarafından, kendisinin çözülmesi olarak hissedilecektir. Bu çözülmenin korkusu, bu haliyle, ayrı benliğin son dayanağıdır; bu sayede hayali varlığını sürdürür. Bu yüzden bir adım daha geri, ekrana, varlığın olan ve korkunun ardında yatan farkındalığın varlığına gitmelisin.

– Sanki korku, ayrı benliğin bir savunma mekanizması gibidir. Bu doğru mu?

Evet! Ayrı benlik bir varlık değildir; arama ve direnme, arzulama ve korkma eylemidir. Yani bu aktivite azalırsa, ayrılık duygusu da çözülür. Ayrı benliğin bakış açısından, bu bir tür ölüm olarak deneyimlenir. Bahsettiğiniz iki deneyimde (çocukken ve daha sonraki bilinçli farkındalık anlarında), kısaca gerçek doğanıza dokundunuz veya geri döndünüz ancak görünüşte ayrı olan benlik hemen ayağa kalktı ve kendi kendine şöyle dedi, ‘Bu yönde daha ileri gidersem. Ben yok olacağım; Öleceğim’. O anda tekrar bir sözleşme yaptın, sahte akdini yeniledin.

– Evet. Bazen sabah ibadetleri yaptığımda, yaklaşık beş dakika gerçekten iyi geliyor ve sonra o korku geliyor. Düşünce akımlarıyla meşgul olmazsam, endişelenmezsem korkunç bir şey olabileceğine inanmaya başlıyorum.

Bu yüzden ilk korku ortaya çıktığında, ‘Oh hayır, ibadette çok huzurluydum ve işte yine bu eski korku geliyor’ diye düşünmek yerine, ‘Güzel, korku geri döndü; ritüel çalışıyor’. Neden? Niye? Çünkü görünüşte ayrı olan benliğin özünü oluşturan direnme etkinliği teşhir edilmiştir. Aslında, görünüşte ayrı olan benlik, yakın ölümünü sezerek intikam duygusuyla geri döndü.

Şimdiye kadar, korkunun verdiği rahatsızlıktan, ruhsal olarak kabul ettiğiniz nesnelere, maddelere, faaliyetlere, ilişkilere veya özel ruh hallerine kaçarak korkudan kaçınmaya çalıştınız. Bunların hiçbiri mevcut değilse, sadece sürekli düşünerek kaçtınız. Bununla birlikte, korkuyla ilgili bir gündeminiz olduğu anda – onu kontrol etmek, ondan kaçınmak, onu yargılamak, ondan kurtulmaya çalışmak – onunla işbirliği yapar ve böylece özünde yaşayan görünüşte ayrı benliği sürdürürsünüz.

Korkunun büyüsüne kapılmayın. Ondan uzaklaşmak yerine, ona doğru dön. Korkunun içinizde hoş karşılandığını hissedin, yani aslında olduğunuz farkındalığın açık, boş, dirençsiz mevcudiyeti içinde. Bu muhtemelen korkunuza karşı asla almadığınız tek tutumdur.

– Korkunun var olması gerekiyor mu? Bunun sadece ayrı bir benliği savunmaktan başka bir nedeni var mı?

Bunun tutarlı bir gerekçesi yok ama bir nedeni var. Görünüşte ayrı olan benliğin kendini sürdürmesinin iki yolundan biridir -arzulamak ve korkmak veya aramak ve direnmek-.

Unutmayın, ayrı benliğin kendisi arayan ve direnen bir varlık değildir; arama ve direnme eyleminin ta kendisidir. Arayış ve direnmenin olmadığı yerde ayrı bir benlik yoktur.

Gerçek doğanıza tekrar tekrar dönmeye devam edin. Zamanla arama ve direnme faaliyetleri azalacak ve kendi doğal haliniz olan huzur içinde kalacaksınız.

Böyle bir zevkimiz olmuştu vaktiyle korkuyu korkutmak üstüne, biz yine lügate dönelim hemen:

Korku: Bir tehlike veya tehlike ihtimâli karşısında, sahip olduklarını kaybetmekten duyulan, çâresizlikle büyüyen ürkütücü duygu:

Hadi hemen cümle içinde kullanalım:

Ve yalnız başıma bir köşeye ilişirdim, kımıldamazdım, susardım, beklerdim, korkudan büzülürdüm, rengimin uçtuğunu hissederdim. [P. Safâ]

Mâdem zihin bedeni idâre eder; ucuna bir de deyim bağlayalım:

(Birinin) Korkusunu basmak: Korkudan ileri geldiği sanılan hastalıkların geçmesi için hastanın çenesini ve başını üç defa yukarı kaldırmak veya karnını açıp kasıklarını ovuşturmak sûretiyle yapılan bir halk hekimliği tedâvisi için kullanılır.

Nihayetinde kendini ayrı ve yalnız sanan, kişisel hayatını yaşadığına kanan biz insanlar korkuyu seviyoruz. Korkunun sonu ölümdür ve ‘bunun’ olmasını hiç istemeyiz. Korkunun ölümü tek ölümdür!

Mind Made Reality
Zihinde inşa edilen bir gerçeklik
Âh ki korku nasıl bir cehennem, ateşten duvarları insan yapımı

Artık acı çekmeye ihtiyacımız olmadığı tam anlaşıldığında
Varlığın Sevinci’nin rahmet yağmuru düşüyor kuruyan toprağımıza:
Kimseler cehennemden (ikilik-ayrılık) geçmeden cennete (birlik) giresi değil…

Ne var ki insanların söylediklerinin, düşündüklerinin veya yaptıklarının çoğu aslında korku tarafından motive edilir, bu da elbette her zaman geleceğe odaklanmanız ve Şimdi’den kopuk olmanızla bağlantılıdır. Şimdi’de problem olmadığı gibi, korku da yoktur. Geleceğin olmadığına ikna olursan, hiçbir korkun da kalmaz.
[E. Tolle]

Onca şiddete, işkenceye, acıya rağmen kara gözleri parlıyordu. Zira insanın canını yakan şiddet değil çaresizlik ve derin yalnızlıktı.

O ise bir nefes bile yalnız kalmamıştı.
Varlığın akışı büsbütün ve tek işte…

“Ehad” ne demek kendinden biliyordu

“Ehad, Ehad, Ehad” diyor ve gülüyordu.
[A. Kadrî Nefesleri’nden]

Âgâh olunuz onlar için hiçbir korku yoktur…
[Yunus:62’den]

Açık Sır 8

Hayatlarımız şu ya da bu şeye dâir korkularla doludur ama bunların hepsi sahip olduğumuzu düşündüğümüz benlik ve onu korumakla ilgilidir. İroni, öyle ayrı bir benliğin olmamasıdır.
[W. Hsin]

“Yüce ve Sonsuz Ben” olan zâtı ile, sonsuzluğun bir dakikasının tadına bakan “sonlu şahsı” arasında, en ufak bir ayrım bile yaparak yaşayan her canlı, her zaman korkuya maruz kalacaktır.
[
S. Muktananda]

KORKU

Gerçekte kim olduğumu anlayana kadar, hayatım büyük ölçüde korktuğum şey tarafından yönlendiriliyor.

Bir başlangıca ve bir sona olan inancımı doğuran, bu korkum olabilir.

Hayatta kalma içgüdümü tâze tutan ve devâm ettiren şey kendimi kaybetme korkumdur ve en çok özlediğim ve korktuğum şeyse benliğimin yokluğu…

Zayıflıktan korkarak kontrol etmeye çalışırım, yakınlıktan korkarım mesafeli olmaya çalışırım, boyun eğmekten korkarsam baskın olmaya çalışırım ve sıradan olmaktan korkarsam özel olmaya çalışırım.

Korkabileceğim şeyler sonsuzdur çünkü eğer bir korkum aşılırsa yerine başka bir korku koyabilirim.

Mevcut farkındalık varsa, korku açıkça bir soyutlama olarak görülür… Hâfızanın planından doğan bir gelecek kaygısı.

Korkuyu doğuran hikaye bırakılırsa, bana kalan tek şeyin ham ve canlı bir fiziksel duyum olduğunu keşfederim. Artık korku, beni istilâ etmeyi bırakıyor ve sessizce vâroluştaki yerini alıyor.

Korku, fiziksel veya duygusal acı ile aynıdır. Ona yapışmayı, onu sâhip olmayı bıraktığımda, kendimi onun esaretinden kurtarır ve onu olduğu gibi görürüm.

Acı çekmeyi “benim acım” ve “bu kötü” olarak etiketlemeyi bırakırsam, ona sadece belirli bir formu olan enerji olarak izin vermem mümkündür ve işte o zaman, beni derinden varlığa götürebilecek kendine has bir aroması olan, bir yol olduğu anlaşılabilir.

Acı çekmenin doğası, bana başka bir olasılıktan derinden bahsetmesidir. Zevk peşinde koşarak ve acıdan kaçınarak bu olasılığın temel kökünü ikiye ayırıyorum.

SUÇLULUK

Sadece bana öğretilen veyâ kendim için inşa ettiğim bir dizi inanç sistemine dayanarak “kim olduğumu” yargılarsam kendimi suçlu hissedebilirim.

Kendi inşa ettiğim inançlarım sâdece zaman içindeki geçmiş deneyimlerimden kaynaklanabilir.

Bu kavramlar, bir hedefe doğru bir yolculuk, arınmaya giden bir yol fikriyle bağlantılıdır.

Mevcudiyette oluş, varlıkta bir “olma” yoktur, bir amaca hizmet etme, bir hedefe bağlılık yoktur.

Değerli olmak için artık herhangi bir standarda ulaşmam ya da belli bir şekilde davranmak zorunda olmadığımı görüyorum.

Enerjimi “suçlu hissetmek” ve bu yanıltıcı duyguyu yatıştırmak için harcarken, özgürleşme olasılığını inkar etmeye devam ediyorum.

Günah veyâ karmik döngü dramının, “kim olduğumun” yeniden keşfinden tam manâsıyla kaçınmayı güçlü bir şekilde gizleyebilen bir zevki ve câzibesi vardır.

Aslında yaptığım şey, kesinlikle her ikisinin de ötesinde olandan kaçınmak için doğru ya da yanlış hakkında yanıltıcı bir konsepte yatırım yapmak.

Varlıkta borç yoktur çünkü vâdesi gelecek bir tarih yoktur.

Herhangi bir durumda ya kendimi ayrı hissederim ya da bir mevcudiyet hissi var.

Ayrılık hâlinde, ne yaparsam yapayım bu mesâfe kapanmaz. Varlığın bütünlüğünde ise ayrı benlik artık yoktur ve sadece vâr olan vardır.

Her iki durum da tam ve eksiksizdir. Her ânın ödülü, kendisidir.

Sâdece şimdi ve burada olan… Oradaki ve sonraki gitti. Ödenecek, devam eden borç kalmadı.

Yaptığımız veya olduğumuz her şeyi ölçmek, hesaplamak, karşılaştırmak için, sürekli olarak acımasız yargıcı çalıştırırken, kendimizi yalnızca yansıttığımız bir tanrıyı yatıştırmak, iknâ etmek için bir mücadele, suçluluk ve ıstırabın varlığına hapsediyoruz.

Sadece biliş veya bilmeyiş vardır. Eğer anlayamazsam göremem ve karanlık sâdece karanlıktır. Ne doğru ne de yanlış.

Bütün bu kötü ya da iyi, orijinal günah, karma ya da her türden borç kavramları, zamana kilitlenmiş uyanmamış bir zihnin ve bir baba, anne ve benlik duygusunun sürdürülmesi ve pekiştirilmesinin yan ürünleridir.

DÜŞÜNCE

Benim düşüncem zamanı yaratır ve zaman da düşüncemi yaratır.

Zaman içinde, düşünmeye devâm ederek yanıltıcı benlik kimliğimi ve ayrılık hissimi koruyorum.

Düşünüyorum… Öyleyse “ben” devam ediyorum.

Zaman içindeki düşüncem, esas olarak, kavrar ve böler, sürekli olarak doyuma veya belâya doğru ilerleme fikirleri üretir. Düzeni bozar ve düzenden söz eder, vaatlerde bulunur ve yıkımdan söz eder.

Zaman düşüncem, “kendim” dediğim bir yerden bir hatıralar ve yansımalar denizi üzerinde ileri geri hareket ediyor.

Zihnim, sınır koyma ve sınırlardan kurtulma arasındaki kusursuz dengeyi korurken, görünen ve görünmeyen varoluşun her noktasında “gerçek hayat” arayışı içindeyken sadece bakanı keşfetmeye hasrettir.

Hiçbir düşünce bana “kim olduğumu” söyleyemez.

Ama ince bir anlayış beni o nehrin kıyısına dek götürebilir.

Sâkinlik düşünmemekle sağlanmaz. Dinginlik kesinlikle düşüncenin varlığının veya yokluğunun ötesindedir.

Huzur için savaşmak, sessizlik için bağırmak gibidir sâdece istenmeyen şeylerden daha fazla yaratır.
[D. Schmidt]

Kendimi hareketsiz tutamam ama hareketsiz gibi görünen şey görüldüğünde, bu görüş dinginlikten doğar.

Yaratıcı düşünce korkunun olmadığı, ikincinin kalmadığı bir dinginlikten doğar.

Ama ya düşünmenin ötesine geçersem, “neredeyim ve ben kimim?”

Öyle ya, “Ben-im” dediğim her neyse düşünceden önce orada hazır bulunmalı ve düşüncenin geldiğini görmeli ve her geçen gibi o da geçtiğinde yine orada kalmalı ve gidenleri fark etmeli değil midir?

SIR AÇIKTIR
SERÎ HÂLİNDE DEVÂM EDİYOR…

Açık Sır 7

Evren atomlardan değil, hikayelerden oluşur.
[M. Rukeyser]

Seçimsiz Seçim

Hayatın akışı olan varlığın içinde, hiçbir zaman bir şey seçmediğimi veya yapmadığımı, yaşananların ayrı bir yaşayanı olmadan sadece yaşanmış olduğunu görüyorum.

Ve bu yüzden ne denizi durdurdum ne güneşi hareket ettirdim ne de doğuştan gelen HAK olan hakkıma bir adım daha yaklaştım ya da uzaklaştım.

Bu keşfin getirdiği acziyetle, ilâhî çâresizliğimi kabul ederek, asla “kendime ait” diyebileceğim bir geçmişe veya geleceğe sahip olmama özgürlüğünün tadını çıkarıyorum.

Bazıları soruyor, “Kim seçiyor, bu harika kaosu kim yönetiyor?”

Ama bir kez sevgilinin kollarında olduğunu anlamaya gör, artık hiçbir şeyin önemi yok. Sanki “ben seçiyormuşum gibi” yaşayabilir ve pekâlâ vâr olmanın dayanılmaz hafifliği içinde salıvermenin keyfini çıkarabilirim.

Benim-sandığı-m Dünya-m

“Benim Dünyam” olarak deneyimlediğim her şey benim için tamamen benzersizdir, ihtimaller bana özel.

Âh o rengin kırmızısı, çayın tadımı, korku ve mutluluk duygularım, dışarda yürümeyi, renkli rüyâlar görmeyi ya da uyanma deneyimimi başka kimse böyle benim gibi bilemez.

Zamanla deneyimlerim büyük ölçüde inançlarımı şekillendiriyor ve inandıklarımı tekrar deneyimliyorum.

Hayat hikayemi an be an, gün be gün etkileyen şey bu iki vatandaşın karşılıklı etkileşimidir.

Bu varoluş düzeyinde, “Benim Hikayem” adlı bir filmde yapımcı, senaryo yazarı, oyuncu kadrosu, müzik yönetmeni hem de seyirci ve eleştirmen olarak görünüyorum.

Hayatıma mümkün olduğunca açık ve net bir şekilde baktığımda, belirli bir kalıba soktuğum inanç sistemimin yayınladığı etki ve imaj türüne tam olarak uyan insanları, olayları ve kalıpları kendime nasıl çektiğimi görüyorum.

Birçok insan bu “çekim yasası” kavramı hakkında çok heyecanlandı ve düşünce kalıplarımızı ve inanç sistemlerimizi değiştirebilirsek, hayatı deneyimleme şeklimizi değiştirebileceğimizi öğrendi.

Görünüşe göre bu böyle olabilir, ama aynı zamanda bir noktayı tamamen gözden kaçırıyorlar. Gerçekte kim olduğumuz, deneyim ve inancın sınırlarının ötesindedir.

Kim olduğumu yeniden keşfedene kadar nasıl bir varlık yaratmaya çalışıyorum?

İstediğimi düşündüğüm şeyin gerçekten ihtiyacım olan şey olduğundan tam olarak emin miyim?

Neyi yaratmam gerektiğine dair fikrim sizinkinden daha mı iyi olacak yoksa bireysel vizyonlarımız çatışacak mı? Gündelik olarak yinelenen model bu gibi görünüyor.

Bu kavramın peşine düşenlerin bu algı seviyesinde muhtemelen fark edemeyecekleri şey, istediğimizi düşündüğümüz şeyi yaratmak için tüm istek ve arzularımızın ötesinde, gizli bir gündem olduğudur…

Sürekli işleyen başka ve çok daha güçlü bir koşulsuz sevgi ilkesidir. Tamamen doğal olduğu halde genellikle tanınmayan. İşte bu, yaşayan paradoksun özüdür.

Bildiğimiz tüm varoluş, zaman sınırları içinde, bizi sürekli olarak “gerçekte ne olduğumuzu” hatırlamaya (zikr) davet eden (ezan) o gizli ilkenin yalnızca bir yansımasıdır.

Bu yansıma içinde doğru ya da yanlış, daha iyi ya da daha kötü yoktur, sadece her gün okunan apaçık bir davet vardır.

Çünkü varoluşla anlaşmak zorunda olan “ayrı bireyler olma” deneyiminin içinde kilitli kalırken, bir rüyanın içinde hapis kalıyoruz.

Bu rüya hâlinde yaptığımız her şey, olumlu olarak görülen her şeyin tam ve eşit olarak karşıtıyla dengelendiği “karşıtlar yasası” tarafından yönetilir.

Murakabe ile kendi içimize baktığımızda, her şeyin farklı görüntülerde sürekli kendini tekrar ettiği bir çarkta, feleğin çarkında olduğumuzu keşfederiz.

Görünüşte yarattığımız şeyi yok ederiz ve görünüşte yok ettiğimizi yeniden yaratırız, dengedeki + ve – işlemlerin toplamı hep sıfır çıkar!

Ve özgür irade ve kişisel tercih konusunda inanabileceklerimize rağmen, bir dizi koşullu refleks ve inanç sisteminden etkiye tepki veren ilahi bir oyunda rüyâ karakterleri olduğumuzu görürüz. Bizim ondan uyanmamızdan başka hiçbir amacı olmayan bu rüyanın tek yaratıcısı biziz.

Gerçekte, karşılık versek de vermesek de koşulsuz sevgiyle çevriliyiz ve onu kucaklıyoruz.

Zaman içindeki deneyimimiz, yeniden uyanışımızın özel ve benzersiz ihtiyaçlarına, büyük olayları ve küçük nüansları ile kendi içinde tam olarak uyan mükemmel bir şekilde düzenli bir sahne kurar.

Gizli ilkenin kaynağı kendimizdir ve eve dönme özlemimiz, “vatan hasreti” tarafından ateşlenir.

Yapıp ettiklerimizin ne kadar önemli veya çok önemsiz olduğunu düşünsek de dünyadaki ifademizin ne kadar yetenekli, sanatsal, faydalı, sıradan veya sonuçsuz olduğunu hissetsek de, bunların hepsi basitçe ve yalnızca bu gizli ilkenin bir işlevidir.

Her yeni gün, her yeni nefes, tüm olguların içine girmek ve ötesine geçmek ve her şeyin yayıldığı kaynağı yeniden keşfetmek için hiç bitmeyen bir fırsat sağlayan, aslına tamamen uygun bir yansıma.

Varlığın akışı olan hayat beni çağırıyor.
Önce beni fısıldayarak arar ve sonunda bana bağırır.

Beni gerçekte kim olduğumu yeniden keşfetmeye götürecek şey genellikle kriz ya da hastalık çığlığıdır, çünkü acıyı soyutlamak zordur.

İşte ışık yaradan sızıyor
Öyleyse derde binlerce kez âferin…

Zihin-Bedenin Ölümü

Zihnin ve kendine âit sandığı bedenin ölümü, yalnızca zamanda içinde süren yolculuk yanılsamasının “benim hayatımın” sona ermesidir.

Koşulsuz sevgiye uyanış hemen gerçekleşir. Görünürde olan herhangi bir şeyden bağımsız olarak orijinal doğamızca sarılıyoruz.

Bu akışın içinde, beden-zihin yapışkanlığı bırakıldığında, herhangi bir “ara hazırlık” veya “arınma süreci” yoktur.

Nasıl olabilir ki?
Oradaki kim vardı? “Kişisel bir hayattan” sonra ya da yeniden bedenlenme ile ilgili tüm fikirler, yalnızca “ayrı bedenin” sürekliliği yanılsamasını korumak isteyen zihinlerdir.

Hikaye bitti…
İlahi roman yazılmıştır ve zihnin nasıl yargıladığına, nasıl yorumladığına bakılmaksızın, tek bir harfi bile farklı olamazdı.

Sahne buharlaşıyor ve karakterler sahneyi terk ediyor… Görünüşteki varlıkları, rüya filmin oynamaya başlaması ile başlıyor ve film bitince bitiyor.

Çünkü biz hem okyanus hem dalgalarız hem karanlık hem ışığız, hem sessizlik hem onun çığlığı…

SIR AÇIKTIR
SERÎ HÂLİNDE DEVÂM EDİYOR…