Hak Sadâsını Duyabilmek

“Bîşnev în ney” diye başlayan Mesnevî-i Şerîf’in yanısıra, Hz. Pîr’in bir rubâisi de aynı kelimeyle başlıyor: Bîşnev…

Bîşnev tü zî ney çehâ çehâ mîgûyed
Esrâr-ı nühüft-ü Kibriyâ mîgûyed
Rûh zerd ü derûn tehî
ser dâde be dâd
Bî nutk u zebân Hudâ Hudâ mîgûyed

“Dinle şu neyi bak neler neler söylüyor,
O, yüceler yücesinin sırlarını anlatıyor,
Yüzü san, içi boş, başını havaya vermiş de
Dilsiz sözsüz, ‘Hüdâ, Hüdâ’ diyor.”

Bir kamış parçasından “Hüdâ” nidasını işitebilmek… Hz. Mevlânâ bir başka yerde kudümü târif ederken, “Bakır bir tas, üstüne kuru, cansız bir deri gerilmiş ve kuru iki değnekle üstüne vuruluyor. Öyleyse bu “Allah” sadâsı nereden geliyor? diyor. Bakırdan, deriden ve değnekten “Allah” sadâsınıı işitebilmek…

Kendi varlığından yok olup, Hakk ile Hakk olan, bu nimete eren kullar için her zerreden Hakk sadâsı, dudaksız ve kulaksız olarak işitilebilir. Ve bu işitme sâdece insanlar için de değildir.

Fehm kerde ân nidâ bî-gûş u leb
Fehm kerde ân nidâ râ çûb u seng

“O nidâyı kulaksız ve dudaksız olarak ağaç da anlar, taş da.”

“Her zerreden gelen “Allah” sadâsını ağaçlar, taşlar nasıl anlar?” sorusuna Hz. Pir Mevlânâ cevap veriyor, Mesnevî-i Şerifinde:

Za’n çi güftem men zî fehm-i seng u çûb
Der-beyâneş kıssa-i hûş dâr u hûb


“Taşın ve kuru çubukların da anlayış sahibi olduğunu söylemiştim ya; bunun îzâhı için anlatacağım kıssayı cân kulağı ile dinle ve ezberle!”

Üstûn-ü hannâne ez hecr-i Rasûl
Nâle mîzed hem çü erbâb-ı ukûl

“İnleyen sütun -direk- Resûl’ün ayrılığı ile akıl sâhipleri gibi ağladı, inledi.”

Der meyân-ı meclis-i vâ’z ân çü nân
K’ey-vez âgeh geşt hem pîr u cevân

“Vaaz meclisinin ortasında öyle bir inledi ki, o iniltiyi orada bulunanların ihtiyarından gencine hepsi duydu.”

Güft Peyâmber: Çi hâhî ey sütûn
Güft: Cânem ez fîrâkat geşt hûn

“Peygamber Efendimiz (sav) sordular: ‘Ey direk niçin inliyorsun? Ne isliyorsun?’

Direk dedi ki: ‘Senin ayrılığından dolayı canım öyle bir yandı ki içim kan doldu.'”

Mesnedet men bûdem ez men tâhtî
Ber-seri minber tü mesned sâthî

“Ben senin dayanağındım, bana dayanıyordun. Beni bıraktın da yeni bir dayanak yaptın ve ona dayanıyorsun. İşte bu ayrılıktan dolayı inliyorum.”

Hz. Mevlânâ burada tarihî bir olayı anlatıyor: Resûlullah (sav) Medine’ye hicret buyurduktan sonra büyük dayısı tarafından akraba -uzak kuzeni- olan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyub el-Ensârî, yâni Eyüp Sultan Hazretlerinin evinde misafir olarak ikâmete başladılar. Hz. Hâlid’in evi iki katlı idi. Efendimiz gelecek olan birçok ziyâretçiye merdiven çıkmak zahmeti olmasın diye alt katta kalmayı tercih buyurdular. Yedi aylık ikâmetleri süresince Efendimiz rahatsız olmasın diye Hz. Hâlid ve âilesi hep parmak uçlarına basarak yürüdüler. Bu hâl, bir hürmet göstergesinden ibâret değildir. Buna muhabbet derler, aşk derler. Eyüp Sultan Hazretlerinin evinin batı istikâmetinde boş bir arazi vardı. Bu boş arsa Sehl ve Sehhil isminde iki yetim kardeşe âitti. Efendimiz orada bir mescit ve kendisi için de bir hücre, odacık, yapılmasını arzu buyurunca o iki kardeş bu arsayı bağışlamak istediler. Fakat Efendimiz, yetim hakkı yememek örneği göstermiş olmak için, o arsayı para ile satın aldı. Paranın da alındığı kaynak Hz. Ebû Bekir idi.

Hicretin yedinci ayında o arsa üzerinde inşaata başlandı. Taş temeller üzerine kerpiç duvarlar örülerek inşaat bitirildi, üzeri hurma dallarıyla kapatıldı. Bu ilk mescitte mihrab ve minber yoktu. Tavanı tutmaya yarayan sekiz adet direk vardı. Daha sonra o direkler isimlendirilmiştir; “Tövbe Direği” de denilen “Ebû Lübâbe Direği”, “Serir Direği” bunlardandır. Resûlullah en çok Tövbe Direği’ne yakın bir yerde namaz kılar ve kıldırırlardı. Bu Mescid-i Nebî’nin yüzölçümü 1010 metrekaredir. Daha sonra -Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanlarında- yapılan genişletme çalışmaları; Halîfe Velîd bin Abdülmelîk zamanında, daha sonra halîfe olacak olan Ömer bin Abdülazîz’in Medîne valiliği sırasında da devam etti, Resûlullah’m en çok namaz kıldığı yer olarak bilinen yere mihrab yaptırıldı. (Hz. Osman zamanında yapılan Mescid-i Nebevî’yi genişletme çalışmalarında da bir mihrabın yapıldığından bahsedilir ise de çok kabul gören bir rivayet değildir. İlk minber ise bizzat Resûl-i Ekrem Efendimiz’in emirleri ile yaptırılmıştır. İşte, Mesnevî-i Şerîf’te anlatılan olay bu minber ile ilgilidir.)

Hz. Peygamberimiz, Mescid-i Şerifte vaaz gibi, hutbe gibi sebeplerle konuşacağı zaman ayağa kalkar, mübârek yüzünü ashabına dönerek konuşurdu. Mescidin tavanını tutmaya yarayan direklerin dibinde müsait bir yer olmadığından Efendimiz (sav) kıble duvarının yakınlarında bütün cemâati görebileceği ve cemâatin de O’nu görebileceği bir yerde durur ve konuşmalarını ayakta, bir yere dayanmadan yapardı. Resûlullah (sav) peygamberâne nezâketinden ve inceliğinden dolayı hiç kimseye arkasını dönmezlerdi. Bu tarzda ayakta durarak konuşması Zât-ı Seniyyelerinin yorulmasına sebep olabileceği endişesiyle Ashâb-ı Kirâm’dan bazı zevat, Efendimiz’e bir dinlenme ya da daha az yorulmalarını temin etmek üzere “Serir Sütûnu” diye anılan sütünün yakınlarına, duvar tarafına kalın bir hurma kütüğü koydular. Ve Efendimiz (sav) konuşurlarken hiç olmazsa sırtını bu kütüğe dayasın da, biraz daha az yorulsun, diye düşündüler ve bunu kendilerine kabul etmesi için niyâz ettiler.

Yüksek ahlâkı gereği hiçbir ricâ ve talebi geri çevirmeyen Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (sav), okuyacağı hutbe ve vaazları bu hurma kütüğüne yaslanarak okumaya başladı. Bu hâl beş sene kadar sürdü. Hicretin sekizinci yılı sonlarında Müslümanların çoğalmış olması sebebiyle, arka tarafta kalanlar Efendimiz’in o güzel yüzünü iyice göremez oldular. Ve tekrar ricâcı olarak dediler ki: “Yâ Resûlallah! Müsâade buyurursanız Size bir minber yaptıralım, oraya çıkın da arkada kalanlar da cemâlinizi görsünler.” Efendimiz tabiî bu ricâyı da kabul buyurdular. Ve Saîdeoğulları Kabilesinden Saîd bin Âs’ın kölesi ve çok iyi bir marangoz olan Bâkum, üç ayaklı, üç basamaklı ve sırt dayamaya mahsus yeri olan ahşap bir kürsü yaptı. Efendimiz bu ahşap kürsüden vaaz ve hutbelerini okumaya başladı.

İşte Efendimiz (sav) ilk defa hurma kütüğünden ayrılarak bu kürsüye çıktığında, Mesnevi lisânından naklettiğimiz olay oldu. O hurma kütüğü herkesin duyabileceği kadar yüksek sesle ağlamaya, inlemeye başladı. Merhamet, şefkat, mürüvvet kaynağı olan Resûl-i Ekrem Efendimiz hemen minberden indi ve o ayrılık acısıyla inleyen hurma kütüğüne sarıldı, kucakladı, onu teselli etti. Ashâb-ı Kirâm’ın ileri gelenlerinden Câbir bin Abdullah Hazretleri bu hâdiseyi anlatırken şöyle der; “Efendimiz hurma direğini kucakladığında, direk tıpkı ağlayıp ağlayıp da anasının kucağına çıktığı zaman susan ama eski ağlamasının tesiriyle nefesi hıçkırıklı olan bir bebek gibi hıçkırıyordu.”

Bu hâdise Enes b. Mâlik, Abdullah ibn Abbas, Ebû Saîd el-Hudrî, Abdullah b. Ömer gibi Ashâbın diğer büyükleri tarafından da nakledilmiştir. Tabiînin ulularından ve tasavvufun önderlerinden Hasan-ı Basrî Hazretleri de bu hâdiseyi sık sık anar ve “Yazıklar olsun bize ki, Resûlullah muhabbetinde bir kütük kadar olamadık!” diye ağlardı.

O Hasan-ı Basrî böyle derse acaba biz ne demeliyiz?

Nûreddîn-i Câmî Hazretleri bir kitabında bu konuya değinirken: “Dünyada Resûlullah’m hayât-ı seniyesindeki görülen mûcizelerden en çok görgü şahidi olan mûcizesi budur. Âlem-i cemâli teşrifinden sonraki velîlerin kerametinden de en çok görgü şâhidi olanı, Seyyid Ahmed er-Rufâî Hazretlerinin Şebeke-i Şerîfden görünen Resûl-i Kibriya’nın mübarek elini öpmesidir.” diye kaydetmiştir.

O ahşap minber çeşitli tarihlerde yedi defa tamir edildi, yenilendi. Nihâyet hicretin 578. yılında tâmir kabul etmeyecek derecede çürüdü ve yıkıldı. Kalıntısından teberrüken sakal tarakları yapıldı ve dağıtıldı. Daha sonra Mescid-i Saadete çeşitli minberler yaptırıldı. Bugünkü mermer oymalı güzel, zarif minber Sultan III. Murad Han’ın Mescid-i Nebevî’ye hediyesidir. Projesi ve çizimi de Mimar Koca Sinan’a âittir. (Efendimiz’in kabr-i saâdetlerinin ziyâret -muvâcehe penceresinin ahşap doğramaları da, bugünkü metâl parmaklıklarla değiştirildiğinde, Şam’da Abdülganî-i Nablûsî Hazretlerinin kabrinin muvâcehe penceresine monte edilmiştir. Nice Resûlullah âşıklarının âşıkâne nazarlarının değdiği o ahşap doğramalar Abdülganî Hazretlerinin kabri ziyâret edildiğinde, elbette ayrıca ziyâret edilmelidir.)

Pekiyi o hurma kütüğü ne oldu? Tekrar Mesnevî-i Şerîf’e bakalım.

Güft: hâhî ki turâ nahl-i künend
Meşrik u garbi zî tû mire çinend

Yâ der-ân âlem hakat servi küned
Tâ ter u tâze bî-mânî tâ ebed

“Resûlullah (sav) ağlayan direği kucaklayarak teselli edip susturduktan sonra, sordu: “Sen bu kurumuş hâlinden yeniden yemiş, meyve verecek hâle dönerek yemişlerinden doğudakilerin de batıdakilerin de yemelerini mi istersin? Yoksa öteki âlemde bir cennet servisi olarak sonsuza kadar hep ter ü tâze mi kalmak istersin?”

Güft: ân hâhem ki dâim şüd bekâş
Bîşnev ey gâfil kem ez çû bî mebâş

“Direk dedi ki, dâima bakî olanı isterim. Yâni dünyada değil âhirette canlanmayı isterim.”

Mevlânâ Hazretleri burada bir öğüt veriyor:

“Bîşnev ey gâfil, Ey gâfil kişi dinle! Dinle de bir kütükten daha değersiz olma. Yâni ebedî nimetleri elinden kaçıracak kabahatleri yapma, Hakk’ın emirlerine uy!”

Ân sütûn râ defn kerd ender zemîn
Tâ çi merdûn haşr kerdet yevm-i dîn

“Ve Resûl-i Kibriya din gününde, yâni kıyâmette, insanlar gibi dirilsin ve ebedî hayatı yaşasın diye o ağacı kendi minberinin altına gömdürdü.”

Ve hâlâ orada… Ve birkaç adım ötesinde de Resûlullah (s.a.v.)… Ayrılmadı… (Gerek III. Murad Han’ın yaptırdığı minberin konulmasında, gerek Sultan Abdülmecîd Han’ın yaptırdığı Mescid-i Nebevî’nin yenileme çalışmalarında ve gerekse son zamanlarda Suûdîlerin yaptırdığı tâmirat ve genişlemelerde o hurma kütüğü! Hep Resûlullah Efendimizin gömdürdüğü yerde duruyor.)

(Sâdî Tarikatı ayîn tarzlarının birinin adı “Tûlubî Nevbe” dir. Semâda ve arzda ve ikisi arasında ne varsa her şey Allah’ı zikreder. İsrâ Sûresi’nin 44. âyetinde, Âyete’l Kürsî’de ve daha birçok âyette bu hakikat belirtilir. İşte tahtanın da, taşın da, hem Allah’ı zikrettiğini hem de sevgi hissinden mahrum olmadığını belirten Resûlullah’m bu mûcizesinin anlatıldığı Mesnevî-i Şerif beyitleri bu Tûlubî Nevbe ayininde okunur ve zikir âyinine katılan herkes; bendir, kudüm, nevbe, hâlîle, mazhar gibi vurmalı sazları çalarak onların da kendi lisânlarmca Allah’ı zikrettiği hakikatini ilân ederler.)

Sofi hele gel meclisime dinle bu sâzı,
Gör nic’olur tellerin Allah’a niyâzı

Tasavvufta hizmet kadar önemli diğer unsur sohbettir. Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunmak bahtiyarlığına erenlere, bizler asırlardan beri “Ashâb-ı Kirâm” diyerek hürmet ediyor, isimlerini her anışımızda onlara dualar ediyor, onların yardımlarını, himmetlerim diliyoruz. Bunun sebebi, en yüksek sohbet sahibi olan Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunup, O’nu dinlemek şerefine ermenin yüceliğidir. İşte onlar böyle dinlediler ve dini, “alâ silsiletihim”, yâni elden ele, dilden dile ve gönülden gönüle bize naklettiler. Biz de dinlersek öğreneceğiz.

Bahariye Mevlevîhânesi şeyhi, büyük ârif ve aynı zamanda büyük musikişinas olan Hüseyin Fahrettin Dede bir şiirinde şöyle söylüyor:

Fahriyâ malûmudur erbâb-ı irfânın bu râz,
Lâfz-ı Mevlâna’dan ancak Zât-ı Mevlâ’dır garaz.

Şu birkaç satırda Hz. Mevlânâ’nm kitabından ve O’nun kitabının henüz birinci kelimesinden söz ederek Hz. Mevlânâ’dan bahsettik. Fahrettin Dede’nin tâbiriyle, O’ndan ve Onun sözlerinden bahsetmekten kasdımız, Mevlâ’yı anlatmak, Mevlâ’nın ismini tekrarlamak idi. Bu kasıtta idik ve bu kasıtta da sabit kademiz.

Hani Hz. Mevlânâ’nın, “Ben semâ ederken, bir ayağımla kâinatın ve hakikatin merkezinde ayak direr, diğer ayağımla kâinatın bütününü dolaşırım.” dediği gibi; biz de Hz. Mevlânâ’nın sözleri, sanatı ve yüceliği vasıtasıyla Mevlâ’da ayak diriyoruz. (Mevlevi âyininin dördüncü selâmında, semâzenlerin, semâhânede dolaşmayıp hep aynı noktada kalarak semâ etmeleri de tevhîd noktasında ayak diremenin sembolize edilmiş hâlidir.) Bu ayak diremeye “inat” denmez. Buna, Hz. Peygamberimizin “Bu âyet beni ihtiyarlattı.” diye buyurduğu: “Festakîm ke mâ ümirte -Emrolunduğun üzere doğru istikâmette ol! ” [Hud, 112] âyetinde beyân ve emir buyurulan ve her Fâtiha-i Celîle’de “İhdinâ’s sırât-el müstakim -Doğru yolda olmaya hidâyetinle bizi muvaffak kıl!” diye Rabbimizden niyâz ettiğimiz, doğru yolda olma hâli denir.

Dinleyenler dinlenir ve dinlemeyenler dinlenmez. Ve… “Din”lenmek için dinlemek gerekir. Dinlemek… Ama neyi? “Ney’i…”

Bîşnev în ney -Neyi dinle! Buyuruyor, Hz. Mevlânâ… Pekiyi ney nedir?