Sorarlarsa niçin mestsin

Ve şüphesiz ki sen (insanlığa örnek olacak) pek büyük bir ahlak üzerindesin [68:4]

ayet_naat

“Ve sen elbette yüce bir ahlaka sahipsin” çünkü sen, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmışsın, kutsî destekle pekiştirilmiş, bir ile bir hoş olmuşsun.

Bize emanet buyrulan destûr belli: “Tahallâku bi-ahlâkıllâh ve tahallâku bi-ahlâkı Rasûlüllah” Yani: Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanın ve Rasûlüllah’ın ahlâkı ile ahlâklanın” Bu minvâl üzre: Allah’ın ahlâkı, celâl ve cemâl sıfatlarıyla her mertebede o mertebenin gereği olan adaleti yerine getirmektir. Buradan bakılınca öyle bir ayna olmalı ki, Hakka muhabbet, halka insâf, düşmana hilm, dosta vefâ, nefse inzibat, dervişe sehâ, âlime tevâzû, câhile sükût gösterebilsin.

Hz. Peygamber’in ahlâkı ise daha ziyade muhabbet ve merhamet üzeredir. Bu tarife hakkıyla uyanların hali de belli: “Hakka muhabbetle ubûdiyet, mahlûkâta şefkatle hizmet”

Dünya gözüyle “yaratılmışların en hayırlısını” göremeyenler için, Habibeti Habibullah olan O’nu tarif için: “O’nun ahlakı, hayat tarzı Kur’an idi” buyurmuştu hani… hem belki işte bu hoş hali tefsir için indi yere Kur’an!

Mirâcını keşfetmeye çıktı göğe İsa
Evsâfını neşretmeye indi yere Kur’an

Kur’ân-ı nâtıkın ﷺ  tefsîri içün
Kur’ân-ı sâmiti inzâl eyledi Subhân

Hakk’ın zatından zuhura gelmek itibariyle ikiz kardeş olan “Kur’an” ve “insan”dan; Kur’an-ı Kerîme ALLAH’ın kelamı “Kelâmullâh” denmesine karşılık; hakiki insan, mutlak kul olana da “Habîbullâh”, ALLAH’ın habîbi ve “Kur’an-ı natık” yani “konuşan Kur’an” makamı takdir edilmektedir.

Sen O’na korkma de Kur’an‐ı natık, 
Gönül ka’besine gir ol mutâbık,  
Devreyle ol Ka’benin etrâfını,  
Devrederler bir gün gelir şems‐i zâtını

hulusi_1

Habîb-i Kibriyâ efendimiz, sözü süzerek, mânâyı inci gibi dizerek O’nu tasvir eden şairine, şahsına ve sanatına o derece kıymet verirmiş ki şiirlerini okuması için ona Mescid-i Nebevî’de hususî bir minber dahî tahsis etmişti.

Peygamber şairi Hassân bin Sâbit hazretlerinin aşkına Hulusi Yazgan Efendi’nin (v. 1940) mâil kıt’a formundaki şehâdetiyle başlayalım, yazının ve sözün güzeliyle olan seyr ü seferimize:

Akla sen gelirsin güzel deyince
Senden daha şirin doğmadı bence
Bütün kusurlardan arıtılmışsın
Sanki yaratıldın kendi gönlünce

وأَحسنُ منكَ لم ترَ قطُّ عيني
وَأجْمَلُ مِنْكَ لَمْ تَلِدِ النّسَاءُ

خلقتَ مبرءاً منْ كلّ عيبٍ
كأنكَ قدْ خلقتَ كما تشاءُ

Görmedi senden güzel bir cism-i âlî gözlerim
Etmedi senden güzel tevlid, evlât bir ana
Ayb u noksandan berîsin yâ Rasûlallah sen
Sanki arzu ettiğin surette halketmiş Hudâ

O’nun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse: “Ben, gerek O’ndan önce ve gerekse O’ndan sonra, Resûlullah gibi birisini görmedim…” demek sûretiyle O’ndan bahsetmek hususundaki aczini ve yetersizliğini itiraf ederdi. Allah’ın salât ve selâmı O’nun üzerine olsun…

Salavat-ı şerifeden yayılan letâfete tutunarak, O nurdan derin bir nefes alıp etrafımızı ibret gözüyle seyredelim hele…

Baharla birlikte mahlukatta bir hareket başlar, içi içine sığamaz olur, tomurcuklanır değil mi? İşte âlemde şâhit olduğumuz bu hareket, bu devran hep tekâmül içindir, kemale doğru. Her nokta cevvâl, her zerre râksan, uçup giderler visale doğru. Kemâl kimin, visal kime?… Sana kavuşmaya, karışmaya can atarlar hepsi, nerede bir sevilen varsa ancak Sen. O’nun alem-i imkan içre sevgilisi ancak Sensin, hep Sen!

Her zerrede şevk-i sermediyyet görünür
Mahz-ı ezeliyyet ebediyyet görünür
Dikkatle bakınca âlem-i hilkatte
Mahbûbiyyet Muhammediyyet görünür

Tabiî, ezelde aşk vardı. “Levlâke levlâke lemâ halaktü’l-eflâk” de kâinatın aşk için halk edildiği, bu kitabın aşk ile yazıldığı meydanda Eşrefoğlu Sultanım aşk ile buyuruyor:

Yoğ idi levh u kalem aşk var idi
Âşık u maşuk u aşk bir yâr idi
Aşk u âşık u maşuk bir iken
Cebrâil ol arada ağyar idi

Sen buyurmasaydın: “Sevdiklerinize sevginizi izhâr ediniz” nasıl cür’et ederdik huzura çıkmaya, yolundan evvel giderek erenlerden duymasaydık: “Sevdiğimi söylemezsem, sevmek derdi beni boğar” itirâfını nasıl cesâret bulurduk söz dizmeye…

mustafa_rakim_1

Basmasa mübârek kademin rû-yi zemîne
Pâk etmez idi kimseyi hâk ile teyemmüm

İşte size Mustafa Râkım Efendi (v. 1826) marifetiyle süslenmiş bir güzel beyit: Âşıklarının nazarında “toprak” onun mübârek kademiyle “su” gibi azîz ve teyemmüm edilebilir olmuştur.

mustafa_izzet_1

Kazasker Mustafa İzzet Efendi (v. 1876) sülüsüyle taçlanan bir kıtada ise toprak, O’nun mübârek bedenini muhafaza ediyor olmakla, feleklere, göklere karşı iftihâr etmektedir. Cebrâil (a.s.), O’nun ravzâsını ziyâret edip “Burası Adn Cenneti’dir, ebedî kalmak üzere oraya girin [20:76]” buyurmaktadır:

Ol Resulü müctebâ hem rahmeten lil âlemin
Bende medfûndur deyu eflâke fahreyler zemin
Ravzâsın ziyaret edipte Cibril-i Emîn
Hazihi Cennet-ü Adnin, fedhuliha halidîn

sami_efendi_talik_1

Gelin şimdi de O güzelin, güzelliğiyle güzelleşelim de Şâir Ali Rûhi Bey dilinden (v. 1890) Sami Efendi elinden (1912) ta’lik levhaya aşk edilen naat-ı şerifi birlikte okuyalım:

Çıktın şeb-i mi’rac’dâ eflâke ey reşk-i melek
Yûnus’la fark-ı rif’atin beyne’s-semâû ve’s-semek
Envâr-ı subh-i vuslatın vecd-âver-i ehl-i yakîn
Deycûr-ı şâm-ı firkatin zulmet res-i erbâb-ı şek
Zâil olur mû dîdeden eşkimle nakş-ı ârızın
Kâbil değildir eylemek, âyîneden timsâl-i hâk
Makbûl olursâ eyleyem îsâr, cism û cânımı
Bir çâker-i memlûk içün çok mû fedâ-yi mâmelek
Rûhî, hayâl-i Mustafâ olmuş sanâ ni’me’r-refîk
Her kande azm eyler isen, azm eyle, Allâh ma’ek

Mealen buyuruyor ki Hazretim: Ey melekleri kıskandıran! Mi’rac gecesi göklere çıktığında, Yûnus Peygamber’le aranızdaki mânevî yükseklik farkı, arş ile ferş arası (gökyüzüyü nerde balık nerde) kadardı. Senin Allâh’a varışının sabahındaki ışıklar, Mi’racından şüphe etmeyen inananlarını, vecde getirdi; ayrılık akşamının karanlığı da şüphe edenlerin karanlığını götürdü. Gözdeki tasavvurun gözyaşlarımla geçip gider mi? Aynada görünenleri kazımak ne mümkün… Eğer makbûl olursa, rûhumu ve bedenimi uğrunda saçıp dağıtayım; bir köle için efendisine her şeyini fedâ etmek çok mu? Rûhî, Habibin Mustafâ’nın hayâli sana ne de güzel yoldaş olmuş artık her nereye gitme kararındaysan, durma; Allah beraberindedir, sevdiğin yanındadır.

yesarizade2

Ey mahrem-i bî-müşterek-i kurb-i Hudâ!
Dilden eserin itmesün Allah cüdâ
Her zerre-i hâk-i kadem-i hazretine,
Cânım da fedâ, ben de fedâ, ten de fedâ

Söyleyeninin rengine boyandığı bir başka na’t kıtası da, gene hat san’atının kutuplarından biri olan Yesârizâde Mustafa İzzet Efendi’nin (v. 1849)  hüneriyle gönül tellerimizi titretiyor, gözlerimizi aslına ülfet ettiriyor: “Ey Allah’a yakınlıkta, mahremiyette ortaksız, benzersiz olan! Senin tesîrini Allah gönülden uzak etmesin. Ayağının tozunun her zerresine rûhum da, bedenim de, benliğim de fedâ olsun!”

Çırçırlı Ali Efendi’nin (v. 1902) gönlüne düşen celî sülüs levhasından ise hitamuhu misk olacak inciler saçılıyor:

fahri_alem_1

Fahr-ı âlem enbiyânın zât-ı müstesnâsıdır
Sırr-ı âyât-ı nübüvvet lafzının ma’nâsıdır
Oldular bir hüccet-i pâkize cümle enbiyâ
Hatm ile zât-ı Muhammed Mustafa imzâsıdır

Huzurlarınızdan ayrılmadan evvel Müderris Ömer Ferîd Kam (v. 1944) merhumun o harikulâde rubaisi içre inşâ edilen Hamid Aytaç’ın (v. 1982) ta’lîk levhâsına bakarak, sahibimizin kerem kapısında, safa nazarlarını bekleyip şefaat dilenelim:

Bir mislini getirmiş olsaydı kilk-i kudret,
Beytü’l-kasîd olurdun manzûme-i cihanda!
Mısra’ısın ki sun’un berceste tâ ezelden,
Ferdiyetinle kaldın divân-ı “kün-fekân”da!

h_aytac_1

Kudret kalemi senin bir mislini getirmiş olsaydı, sen yine cihan manzûmesinin “beytü’l-kasîd” (en güzel beyti) olurdun. Sen sun’un “berceste bir mısra’ısın” (En yüksek ma’nayı ihtiva edensin) Bu yüzden “Kün-fekân” aleminde (mahlûkat aleminde) ferdiyetinle, biricik olduğun halinle kaldın!

Aşk olsun efendim, sahibin.d.e…

İçini ısıtır: “dua taneleri”

Buz üzre dânelenmiş eşk-i mercângûnum al ey dil
Hisâb-ı derd içün bu sübha-i sad dâne olmaz mı

Ey gönül! Buz üzerine tane tane dökülmüş mercan renkli gözyaşlarımı al. Bunlar dertlerin hesabı için yüzlük tesbih olmaz mı?

Tesbih dediğin her tanesi duyarak, hissederek çekilir. Aksi takdirde bir boş uğraştır. Gözyaşlarının taneleri kanlı dökülmedikten sonra mercan tesbihi bin kez çevirsen ne verir…
Dökilmeyicek katre-i hûnîn-i sirişkün
Bin kerre çevirsen ne virür sübha-i mercân
tesbih_yasemin_gelebek

Daldıkça temâşay-ı mesâbih ile fikre
Mecbur olurum her gece tesbih ile zikre

eymen_usta_2

Sûfiyim halk içinde tesbih elimden gitmez
Dilim mârifet söyler, gönlüm hiç kabul etmez
terennümünde avuntu bir zikirle nefes tüketen zamane dervişlerine zevk-i tehattûr olsun diye…

20 Şu­bat 1958 Cu­ma ge­ce­si dört ar­ka­daş (Ah­med Düz­gün­man, Niyâzi Sa­yın, Uğur Der­man, Mus­ta­fa Düz­gün­man) Teşvîkiye, Ka­lıp­çı so­kak, Vil­la apar­tı­ma­nın­da mu­kîm, vâli mü­te­kâ­i­di Se­dat (Erim) Bey’in nez­din­de mah­fûz, mer­hûm Ha­lîl Us­ta’nın tes­bih­le­ri­ni gör­me­ğe git­me­miz münâsebetiyle bir hâtıra:

Yağ­mur­lu bir ge­ce idi; fır­tı­na­lı, hem so­ğuk,
üs­kü­dar’dan Teşvîkiye nâmlı sem­te doğ­rul­duk.

So­kak so­rup vâsıl ol­duk Se­dad Bey’in evi­ne,
Kar­şı­la­yıp al­dı bi­zi oda­sı­nın bi­ri­ne.

Es­ki ah­bap, be­ye­fen­di, se­vim­li, hem hoş-kelâm,
Soh­be­tiy­le et­ti tenvîr, biz­den ona çok selâm.

Hânesinin içi mefrûş, eser­ler­le mü­zey­yen,
Ya­zı, re­sim, çi­ni, tez­hip nevîlerle mü­lev­ven.

Der­ken haz­ret yan oda­dan ge­tir­di bir hazîne,
Bir de bak­tık, tes­bih­ler­miş; el­hak, san­ki defîne.

Aman Yârab, bu ne san’at, bu ne eltâf dilrübâ,
Bu meş­he­rin ezvâkına, in­san ey­ler iktidâ.

Üstâd merhûm Ha­lîl yap­mış, rûh-ı san’at mü­ces­sem,
Tes­bih­ci­ler kut­bu­dur bak, âsâriyle mü­sel­lem.

Ku­ka, san­dal, de­mir­hin­di, zer­ger­dân, bağ, hem kök­nar,
Sır­ça ku­ka, zey­ti­nağ­cı, kehrübâyla nar­çıl var.

Üveydârî, ödağ­cıy­la mâverd de var için­de,
Ol­tu ta­şı, gü­müş kam­çı, hep­si baş­ka bi­çim­de.

Bor­do renk­li, ala­ca­lı sa­rı bağ­lar pek en­fes,
Ku­ka tes­bih şâheserdir, oy­ma­la­rı bir ka­fes.

İmâmeler, du­rak­lar­la te­pe­lik­ler hal­ka­lı,
Oy­ma na­kış, sâde gü­zel, rengârenk, hem dal­ga­lı,

Zey­ti­nağ­cı tes­bi­he bak, na­ka gi­bi ışıl­dak,
Kehrübânın buz­lu­su da câzibeli yu­var­lak.

Al­tı dâne öl­çü­sün­de imâmeler çok gü­zel
Za­rif had­de, in­ce de­lik, te­pe­likler bîbedel.­

Ödâğcıyla mâverd, san­dal, üveydârî pür san’at,
Ko­ku­la­rı, çe­kim­le­ri hayrân eder, hem dilşâd.

Şalgamîyle beyzî şe­kil, uç­lu­lar­la yu­var­lak,
İmzâ at­mış te­pe­li­ğe, ta­mam ol­muş san’at bak.

Uğur Bey’le Niyâzi’miz al­mış ele bir ka­lem,
Bi­ri çi­zer, bi­ri ya­zar; her bi­ri­miz bir âlem.

Ha­lîl Us­ta ne adam­mış, na­sıl yap­mış bun­la­rı,
Rû­hu coş­muş, zev­ki taş­mış, ayân et­miş nûr­la­rı.

Tes­bih­le­rin âmili hiç öl­me­miş de ya­şı­yor,
Zevk-i selîm san’atkârı, anıp in­san şa­şı­yor.

Rah­met ol­sun Ha­lîl Us­ta, şâd et­tin sen biz­le­ri
Müs­te­rîh ol, zâil ol­maz san’atı­nın iz­le­ri.

Dört ar­ka­daş hayrân ol­duk, ser­sem­le­dik âdetâ,
Akıl ser­hoş, gö­nül bîhûş, doy­ma­dık bu vus­la­ta.

Şuûnât-ı İlâhî’dir, merâyâda gö­rü­nen
Ârif bilir, kim­dir nak­kâş; nukûşiyle övü­nen.

Mazâhirde sırr-ı Alî nümâyandır, hoş­ca bak,
“Kün­tü ken­zen…” esrârıdır, hak gö­züy­le iy­ce bak.

Ehl-i Beyt’in hür­me­ti­ne, Yârab, Ha­lîl ku­lu­nu,
Taksîrâtın afv ey­le­yip, cen­net ey­le yo­lu­nu.

Mem­nûn, mes­rûr, mü­te­şek­kir, ol hânedan ay­rıl­dık,
Av­det edip eve gel­dik, dîvâneden sa­yıldık

Ey Tür­be­dâr! Fakîrâne ka­ra­la­dın hay­lı lâf,
Hiç kıy­me­ti yok­tur ammâ, aşk söy­let­ti bir tu­haf…

Mus­ta­fa DÜZ­GÜN­MAN
27 Şu­bat 1958

mustafa_unver

Tazeler için Lûgatçe:
Mesabih: Yıldızlar Mu­kîm: otu­ran. Mü­te­kâi­d: emek­li­. Nez­din­de: ya­nın­da. Mah­fûz: sak­lı. Vâsıl ol­duk: var­dık, ka­vuş­tuk. Hoş-kelâm: sö­zü gü­zel. Tenvîr: ay­dın­lat­ma. Mef­rûş: dö­şen­miş. Mü­zey­yen: süs­len­miş. Mü­lev­ven: renk­len­miş. Eltâf: lû­tuf­lar. Dilrübâ: gön­lü ka­pan. Meş­her: ser­gi. Ezvâk: zevk­ler. İktidâ: uy­ma. Rûh-ı san’at: san’at rûhu. Mü­ces­sem: ci­sim­len­miş. Kutb: bir mes­le­ğin en yü­ce­si. âsâr: eser­ler. Mü­sel­lem: her­kes­çe ka­bul edi­len. Na­ka: de­niz fi­li­nin di­şin­den ya­pı­lan tes­bih. Pür san’at: san’at do­lu. Dilşâd: gön­lü hoş. Ayân et­miş: mey­da­na çı­kar­mış. âmil: imâl eden, ya­pan. Zevk-ı selîm: doğ­ru, sağ­lam zevk. Şâd et­tin: se­vin­dir­din. Müs­te­rih: gön­lü ra­hat. Zâil ol­maz: bit­mez. Ser­hoş: sar­hoş. Bîhûş: şaş­kın. Vus­lat: ka­vuş­ma. Şuûnât-ı ilâhî: ilâhî hâdiseler. Merâyâ: ay­na­lar. ârif: ilâhî sır­la­rı bi­len. Nak­kâş: na­kış ya­pan. Nukûş: na­kış­lar. Mazâhir: gö­rü­nen şey­ler. Sırr-ı Alî: Hz. Ali’nin sır­rı. Nümâyan: mey­dan­da. “Kün­tü ken­zen…”: “Ben giz­li hazîne idim, bi­lin­mek is­te­dim. ya­rat­tı­ğım mahlûkatla bi­lin­dim” meâlindeki “kudsî hadîs”in baş­lan­gıç cüm­le­si­dir ki ta­sav­vuf ede­bi­ya­tın­da sık­ça kul­la­nı­lır. Esrâr: sır­lar. İy­ce: iyi­ce. Taksîrat: ku­sur­lar. Mes­rûr: se­vinç­li. Mü­te­şek­kir: te­şek­kür eden. Türbedâr: Üs­kü­dar’da­ki Hz. Hüdâyi türbedârı olan Mus­ta­fa Düz­gün­man (cümlesi ervâhı için el-fatihah)

Başka cânân istemem

Ebedî olan ruh güzelliğidir. Bu dünyada hiçbir güzele aşık olmadan bütün güzellere aşık oldum ve her güzellikte sevdiğimden bir parça buldum. Ord. Prof. Dr. A. Süheyl ÜNVER (1898-1986)

okyay_unver

NUTK-U ŞERİF
Ben bu kalbimde ilahî, başka sultân istemem
Dilrûbâsın tende cânım, başka bir cân istemem
Yok muhakkak kalmadı bende vücud-u ârizî 

Eğer kendindeki geçici varlığı, varlık olarak görmekten vazgeçersen, yani ben yağmur tanesi olacağım ama müstakil olacağım demek gafletinde bulunmazsan derya olursun demektir. Bir bardak suyu, denize dökersen bardaktaki su kaybolur amma o su artık deniz olur. Hz Mısri’nin (ks) Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugün, Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi! buyurduğu makamdır burası…

Her umurum sende câri, başka ünvân istemem

Başka ünvan istemiyor ama ordinaryüs profesör, yani ünvanda gözü yok. Heyhat ünvan kazanmak için nicelerinin ayağının altına karpuz kabuğu koyanların kulakları çınlasın!

Yok bu alemde görünmüş ayrı bir dîdâr-ı yâr

Yani her sevgili hakikatte yâr-i mutlak olan Allah-ı zü’l-cemâl’in tecellisidir. Ayrı gördüğün zaman şirk olur…

Nispetimsin ta ezelden gayr-ı burhân istemem

Burhan; özel delil demektir. Her iddia bir delil ile ispatlanır. Ta ezelden, yaradılış nöbetinden beri başka bir iddia, ispatı yoktu; ben seninle beraberim zaten…

Dîde-i hakkınla baktıkça göründü birliğin

Kendi gözümle, kendi nefsimle bakarsam birliği, vahdeti göremem. Ne zamanki senin bakışınla bakarsam senin vahdet çerağını görürüm. Bu aslında bir hadis-i kutsi mealidir. “Benim öyle kullarım vardır ki nevafille bana yaklaşan, onların attıkları adım, onların tuttuktan el, onların söyledikleri söz, onların baktıkları göz; Benim gözüm, Benim elim, Benim ayağım gibidir.” Bu söylenilen, tevhidin çok önemli bir mertebesidir ki buna Tevhid-i efâl denir. Hazret-i Süheyl onu söylüyor.

Lâkin amma sûretimde şekl-i tâbân istemem
Ben lisânımla “Ene’l Hak” lafzını etmem bir ân
Halimi canım bilirsin lafz-ı üryân istemem

Çıplak söz söylemem ben. “Ene’l Hak” çıplak bir sözdür, şöhretli sözdür. Halimi biliyorsun, lafa hacet yok…

Yok Süheyl’in hiçbir vücudu, var olan sensin Hüdâ
Ben bunu bildikçe yârim, başka cânân istemem 

LUGÂTÇE
Dilrûba: Gönül kapan, herkesi kendine bağlayan, aşık olunan güzel Vücud-u arızî: Aslında olmayıp sonradan olan, gelip geçici varlık Umur: işler (Ar. emr “iş”in çoğul şekli) Câri: Yürürlükte olan, akan Didar-ı yâr: Sevgilinin güzel yüzü Burhan: Kanıt, inkarı mümkün olmayan delil Dide-i Hak: Hakikat gözü Şekl-i taban: Parlak, ışıklı görünüm Lafz-ı üryân: Çıplak, sade söz

Cân ile gûş eyle “Ene’l Hak” nârasın
Dîde-i ibretle bak, her zerre bir Mansur’dur

HÂTIRÂTINDAN
Süheyl Hoca kanâatkârlığı bizzat yaşardı. Öğle vakitleri, hepsi hepsi bir çay fincanı tabağına sığacak kadar ufak bir simidin yarısını, tavla zarı kadar kesilmiş kaşar peynirlerini, çayla birlikte yer ve şükrederdi. Bu arada, “Hakka rızâ göstermek”le “hakkını aramayı” da birbirinden ayırırdı. Buyururlardı ki:

– Bilir misiniz?.. En sabırlı mahlûk örümcektir.. Ağını kurar ve kısmetini bekler. En sabırsız ve açgözlü mahlûk da sinektir. Herşeye saldırır, her yere konar. Ne iştir ki; bu en açgözlü ve sabırsız mahlûk, an gelir en sabırlı mahlûka yem olur! Siz tâlip olmayınız, matlup olmaya bakınız…” (İsteyen değil, istenen kişi olunuz.)

Noksanımız ganî elbet, yoktur sözün hadd ü keyli.
Yârab lûtfunla karîb et Resûlüne ol Süheyl’i…

Bu sofradan tadanlara, zevk alanlara afiyetler, bu şerbetten nûş edenlere sıhhatler olsun.