Şiir yanıyordu

Ey şûh sen o şi’r-i musaffâ değil misin?

yukarıdan aşağıya bir:
derviş selâmı
هو

vaktiyle
bir âh içine

“Hiçbir şeyi
Kendime âit görmeyecek kadar
Çok şeyim var”

diye bir şiir gömmüş

iç•indeki zengin memeden
emdikçe emmiş

konuştukça
süt zehir olmuş
gözünden damlamış

sustukça
süt bal olmuş
damağını emmiş

Tanrı Dağı’nın ardındaki duman
Göğüs Kafesi’ni geçmeyen

bir dervîş tanımıştım

harfsiz şiirlerinden birinde
şöyle ağlıyordu:

ayaksız geldiğimde
kapıyı açık bulmuştum

kafesin kapısı açıkken
uçmayan kuşu
oynuyordum o günlerde
biliyordum kuşlara serbestti

ve henüz bilmiyordum
kafesin sadece
kuşu içerde tutmak için değil
dışardan korumak için de
orda durduğunu

yine “Ben•Siz” şiirlerine
ikincinin duymadığı
cemrelerden birini düşürmüştü

üzerime örttüğü
sessizliğin üstüne
ne söylesem fazla
eksik bir tercüme
olacak gibi ama

nefesi değmişti bir kere
dokunmadan hâmile bırakıp
adına “Rûhummm” demişti

dönüşte bir başka basıyordu ayağı yere

insan neymiş bilince
insan kendine nasıl hitâb edebilirdi ki:

“Ben olan Ben”

diyebildi

usulca başını eğdi ve
elini kalbine götürebildi ancak
“Sus Yâ Alî”

şimdi biliyordu artık
“kutsal ikilik”
ne demekti

ikincisi hiç görünmeyen
nasıl bir sönmez ateş
dinmeyen yel idi
uzansa eli değmezdi

– O’nu gördün mü ey sevgili?
O bir nurdur nasıl göreyim

kendinden başkasını görmedi
kendinden başkasıyla konuşmadı
yatağı soğumamıştı

ve şiiri hâlâ yakıyordu

tutuştukça toprak at
söndükçe üfffle e mi

ey nefesss
biraz esss
bağrım yanıyor

هووو


Hâmiş: Bu hissiyat bu seslerle demlendi, dinleyene iyi gelecektir

Fıtratından mektup var

İnsanın yaratılışında var olan, mayâsında hazır bulunan huy, tıynet ve mizaç için pek münâsip bir kıvâm: “fıtrat”

İmdî şiirin öz ahengine kıymadan, üzeri kapalı kalması muhtemel kavramlara dâir basit işâretlerle bir güzele gönül verelim:

Kâinatta tâ ezelden bir muammâdır döner
Ol muammâ künhüne her kim ki âmâdır, döner
Asl-ı hilkat bir fitildir sâde lem’âdır döner
Katre-i âb içre buz, kar, çığ, buhar bak müncelî

Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ

Eksi Sonsuz’dan beri evrende, bir bilmece devreder durur. Bu bilmecenin gerçeğini göremeyen, zaman mekan dolabında kör gibi döner durur. Yaradılışın aslı bir fitildir ki sâdece parıltısı döner dolaşır, kendi durur! İyi bak, bir su damlasının içinde buz, kar, çığ, buharı apaçık parlıyor.

Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!

Ehadiyetten çıkan “mum” zulmeti nûr eylemiş
Can verip emvâta birden nefha-i sûr eylemiş
“RABBî erinî” söyleyen her sîneyi Tûr eylemiş
Kâh Mûsâveş bayılmış, kâh ayıp olmuş deli

Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ

Mutlak birlikten yanan çerâğ, karanlığı nûr eylemiş. Sûr’a nefes verilmiş ve böylece ölülere can gelmiş. [Arâf:143’den] “Bana kendini göster” diyen her sîneye kelâmını indirmiş, devrini tamam eyleyip TÛR’da (Hz. Mûsâ’nın vahiy ve tecellîye mazhar olduğu dağ, Tûr-ı Sînâ yâni ilâhî feyiz ve tecellîlerin müşâhede edildiği yer) Kâh Mûsâ gibi bu hitâbı duyunca kendinden geçmiş kâh kendine gelmiş ve câzibeye kapılmış.

Nuh Necîyullah olup bir zümreyi tathîr eder
Batn-ı Meryem içre bak “nefahtün”ü takrîr eder
Kerbelâ’da kıssa-ı İsmâil’i tefsîr eder
Anla kim Kurân-ı nâtık! Sez şu rûh-u İncil’i

Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ

Allah’ın kurtardığı Nuh Nebî olup bir topluluğu temizler. Safiyullah olmuş bir kabuğun derinliklerine, ilk yaratılışta üflediği nefesi yerleştirir.

Büyük kurban (zıbh-azîm) İsmâil makamını Kerbelâ’da Hüseyin ile tefsîr eder, bu gerçeği açığa çıkarır. Sessiz kitap Kurân ise ikiz kardeşi olan canlı kitap insândır. Ene nâtıku’l Kurân (Konuşan kitabım) buyuran Cenâbı Şâhı Velâyetin hakikatini anla da İncil’de müjdelenen ruhu böylece sezersin: Allah Allah! Baba Bismillahın bâ’sı: Oğul Zıbh-i Azim’in manâsını anlayan anladı…

Devrimiz kaldığı yerden devâm ediyor:

“Lâ fetâ” nın sırrının ifhâmıdır bil “Zülfikâr!”
“Allemel esmâ” rumûzu “üscüdû” dan âşikâr
Bin isim zâhirde amma bir müsemmâ yâdigâr
“Küllü şey’in hâlik illâ veche” nin de tevili:

Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ

Hak Nebi sözüdür: “Lâ fetâ illâ ‘Alî ve lâ seyfe illâ zülfikâr” Hiçbir yiğit yok ancak Alî sırrını devâmındaki “hiçbir kılıç yok ancak Alî’nin kılıcı” Zülfikar sözünden bilinir. [Bakara:31’den] Bütün isimler yüklenince “Üscudû: Âdem’e secde edin” emri geldi ve sırrın üstü açılmış oldu [Bakara:34’den]

Kaşların mihrâbına geldi hitâb-ı üscudû
Ol melâik zümresine oldu fermân iptidâ

Görünürde çokluk-çeşitlilik kinâye olarak “bin isim” görünüyorsa da türlü isimle isimlendirilen, işaret dilen tek “bir” vardır.

Her şey (bütün değil parça oluşu itibarıyla) yoktur sadece O’nun vechi (mevcuttur) Hüküm O’nundur… O’na (hakikatiniz olan Esmâ mertebesinin farkındalığına) döndürüleceksiniz. [Kasas:88’den] işâretiyle kaynağa dönülürse görülür ki:

Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!

Dikkat et HAK beş teni bir baş ile izâh eder
Lâ ve illâ’da kalırsan hâlini berzâh eder
Nârı İbrâhîm’e cennet, Nemrud’a düzâh eder
Kurtulur her bir belâdan kim ki söyler bir “Belî!”:

Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ

Hak beş eri, tendeki beşeri bir baş ile temsil eylemiş (insanı göstermeye vesikalık fotoğrafta bir baş yetiyor) O da değil bu da değil (neti neti) veya “sadece O başka değil” tenzih ve teşbihde kalırsan köprüde kalmış “hem o hem bu ne o ne bu” menziline varamamış olursun.

Ateşi İbrahim idrâkine cennet (birlik), Nemrûd idrâkine cehennem (ayrılık) eyler. Kim ki rabbini kabul eder, merkeze bağlandığını rabıtasını bilir elest meclisindeki ahdini [Arâf:172’den] tâzeler artık her belâdan kurtulmuş olur kim ki söyler:

Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!

İŞİTECEK KULAĞI OLANLAR İÇİN DEVÂM EDİYOR…

“Lâ fetâ” nın sırrının ifhâmıdır bil “Zülfikâr!”
“Allemel esmâ” rumûzu “üscüdû” dan âşikâr
Bin isim zâhirde amma bir müsemmâ yâdigâr
“Küllü şey’in hâlik illâ veche” nin de te’vili

Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ

Hak Nebi sözüdür: “Lâ fetâ illâ ‘Alî ve lâ seyfe illâ zülfikâr” Hiçbir yiğit yok ancak Alî sırrını devâmındaki “hiçbir kılıç yok ancak Alî’nin kılıcı” Zülfikar sözünden bilinir. [Bakara:31’den] Bütün isimler yüklenince “Üscudû: Âdem’e secde edin” emri geldi ve sır aşikar oldu[Bakara:34’den]

Kaşların mihrâbına geldi hitâb-ı üscudû
Ol melâik zümresine oldu fermân iptidâ

Görünürde çokluk-çeşitlilik kinâye olarak “bin isim” görünüyorsa da türlü isimle isimlendirilen, işaret dilen tek “bir” vardır.

Her şey (bütün değil parça oluşu itibarıyla) yoktur sadece O’nun vechi (mevcuttur) Hüküm O’nundur… O’na (hakikatiniz olan Esmâ mertebesinin farkındalığına) döndürüleceksiniz. [Kasas:88’den] işâretiyle kaynağa dönülürse görülür ki:

Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!

Dikkat et HAK beş teni bir baş ile izâh eder
Lâ ve illâ’da kalırsan hâlini berzâh eder
Nârı İbrâhîm’e cennet, Nemrud’a düzâh eder
Kurtulur her bir belâdan kim ki söyler bir “Belî!”

Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ

Hak beş eri, tendeki beşeri (azâlarıyla birlikte) bir baş ile temsil eylemiş (insanı göstermeye vesikalık fotoğrafta bir baş yetiyor) O da değil bu da değil (neti neti) veya sadece O başka değil de kalırsan köprüne kalmış “hem o hem bu ne o ne bu” menziline varamamış olursun. Ateşi İbrahim idrâkine cennet (birlik), Nemrûd idrâkine cehennem (ayrılık) eyler. Kim ki rabbini kabul eder, merkeze bağlandığını rabıtasını bilir elest meclisindeki ahdini [Arâf:172’den] tâzeler artık her bir belâdan kurtulmuş olur kim ki söyler:

Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!

“Din-i Fıtrat” “Eb” ve “Umm” üzre edilmiştir binâ
Aslını bulmaz isen bil oldun evlâd-ı zinâ
Böyle nâ-pâk bir nesepten Rabbenâ ahfizlenâ
Haykırırken Besmele’nin âhiri hem evveli

Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ

Yüzünü Hanîf olarak (bir tanrıya tapınmaksızın, Allah’a şirk koşmaksızın) o Tek Dîn’e doğrult… O Allah Fıtratı’na ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. [Rum:30’dan] işâretiyle târif edilen din, Baba (Eril-Potansiyel-Ağaç-Rahman) ve Anne (Dişil-Üretken-Meyve-Rahîm) kutsal ikilik üzerine inşâ edilmiş bir binâdır. Kim bu sembollerin aslını bulamazsa geldiği kaynağı bilemez, temizlenemez ve nesebi bulanık kalır ki böylesi uygunsuz hallerden Rabbimiz bizleri muhafaza buyura. Oysa Besmele’nin başındaki “B sırrı” ve sonundaki Rahîmiyet’te bu gerçeği haykırır durur:

Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!

Sen Süleymân-ı zamanken nâr ü hâk, âb u yele
Tekne bil dâim vücûdun kaptırıp verme sele
Ahsen-i takvim bu demdir, bir daha geçmez ele
Ol sırât-ı münhariften yoktur elbet erzeli

Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ

Kendinde toplanan dört unsura hâkim olan Süleymân’ın güncel versiyonu olma imkânı sen iken, varlığını bir tekne bil ve akıp giden dünya (zaman-mekan dualite) seline kaptırmayasın. İnsan doğmak bir şans değil bir fırsat ki en güzel yaradılış ve potansiyel sendedir, “şimdi ve burada” bu nefestedir ki geçen bir daha ele geçesi değil. Doğru gitmeyen, bir tarafa sapan bozuk yoldan (ikilik-kişilik-ayrılık) daha alçak ve fenâ yol bulunmaz.

Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!

Gülistân-ı Aşk’a dâhil ol da gül der solmadan
Murg-u Anka uçmadan, ol Kâf’a toprak dolmadan
Ölmeden öl! Âkıbet “Küntü türâba” olmadan
Tut hazır ALLAH uzatmışken sana burda eli

Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ

Aşkın gül bahçesinde olanlara katıl da [Fecr:29’dan] gül topla gül-e birik(tir) vaktin geçmeden. Anka (Simurg) kuşu (ruh) uçmadan Kâf dağı (Beden) toprak altında kalmadan ikilikten, kişilikten geç ölmeden ölümü öldür, korkuyu korkut ki sonun: “keşke toprak olaydım” olmadan [Nebe:40’dan] Allah sana “şimdi ve burada” elini uzatmışken BEN KİMİM? cevabını kendinden vererek tut kendine uzanmış kendi elini:

Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!

Çün o eldir “Mâ rameyte iz rameyte” mazharı
Kilk-i takdîrle mücehhez levh-i mahfuz masdarı
Dest-i Hablullah bu Hüznî kâinatın mefharı
“El ele el HAKK’a” dermiş HAKK’a ermiş her Velî

Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ

(Sen elinle) attığın zaman da sen atmadın, Allah attı [Enfâl:17’den] manasının açığa çıktığı el işte “O El” dir. Gizli levhâlarda, ezelden takdir olunanı yazan kalemi tutan da “O EL” dir hem daha nice imkanlarla donanmıştır. Kâinâtın övündüğü, Allah’ın ipini tutan el de “O EL” dir ey Hüznî! “El ele el HAKK’a” diyerek el olmuş HAKK’a ermiş her Velî’nin eli de “O EL” dir:

Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!

Lâ ve illâ kalksın artık “hatt-ı fâsıl” kalmasın
“Çift deniz” bir nokta olsun “inci:mercan” salmasın
“Fâtımâ benden bedeldir” başka manâ almasın
“Lâhmi-ke Lâhm-î”yle yek vücûd olur dü sevgili

Lâ Nebî İLLÂ MUHAMMED Lâ Velî İLLÂ ‘ALÎ

Ayrılık çizgisini çizen el kalksın da algıladıklarının hepsini “inkar” ve sadece birini “kabul” eden sınırlar kalmasın zîrâ ayırmaya değil birleştirmeye geldik. [Rahman:19’dan] birbirine kavuşmak üzere salıverilen iki deniz “şimdi ve burada” bir nokta olsun ki zamanda ve mekana inci mercan (ilim-kesret) meyveleri salmasın; görünenin ne olduğu (malum) anlaşılsın.

“Ümmü ebu-ha Babasının anneciği” diye has muhabbete mazhar olan Makam-ı Kevser kendinden doğan Muhammediyet’in de kaynağıdır. Özü bir olanların “Etin etimdir” ile yüzü de bir olur, iki sevgili (nübüvvet-velâyet) bir olur:

Her enbiyâdan görünen O, her evliyâdan görünen yine O!

Muhabbetle efendim…

Hayâl Perdesi

Hayyy Hak Dosta Bak!

Yıktın perdeyi eyledin vîran
Varalım sâhibinden haber alalım hem.an

Bir aynadır tutturduk, baka baka gidiyoruz; ha(yy)di hayırlısı

Karagöz oyununda tasvirlerin üzerinde oynatıldığı beyaz renkteki iç perdeye de “ayna” denir bunu biliyor muydunuz?

Hep diyoruz ya, varlık sahnesinde, âlem perdesinde oyun içinde oyun!

Dünyâ oyundur yâni gölge oyunu! İçimizdeki varlıklar dışımızda bir aynaya sûret giyerek yansıyor, biz bunun seyrine dalıyoruz esasında gölgelerdir, nitekim içimiz sıkıntıda iken en güzel gölge bizi avutmuyor! Demek işin, aslı bizde imiş, bizdekinin aslı da erenin, sahibu’z-zamân olanın gönlünde!

Oyunun burası hassas mevzular, geçelim bence!

Eh bu oyun da bozulacak ammâ amânın sopasız gidişi kadar!

Bilenler bilir, biz derine dalmadan yüzünden okumaya devâm edelim mi?

Bu perdede, yüz de rûhun aynasıdır

Ve oyunun seyri hoş olunca argoda yolunda, mükemmel işâreti olarak “İşler ayna, çal çal oyna” denir.

Bir kimsenin karşısında kendisini görmesi için elinde ayna tutarak durmak diye bir de deyim var: “ayna tutmak”

Temiz ve dalgasız su gösterir aynen yüzü
Hırslarla bulandırma bedeni! Gör özü

Şimdi düşündüm de bu filmde bize “kötü karakter” diye tanıtılan şeytan da bir ayna olabilir mi?

Tam da şimdi zülf-i yâre dokundun
Tam yerine rast geldi manzara koydun

Suskun kitaptan gelen işaretlerle dolu aynaya bir b.akalım, pîr bakalım:

Görmedin mi biz şeytanları, hakikat bilgisini inkâr edenler üzerine gönderdik de onları (vehimlerini tahrik eden vesvese ile) oynatıp duruyorlar.
[Meryem:83]

Kim (dünyevî, dışa dönük, maddî, nefsânî şeylerle) Rahmân’ın zikrinden (Allâh Esmâ’sının kendi hakikati olduğunu hatırlayarak bunun gereğini yaşamaktan) amâ (kör) olursa, ona bir şeytan (vehim, kendini yalnızca beden kabulü ve beden zevkleri için yaşama hayâli) takdir ederiz; bu (kabulleniş) onun (yeni) kişiliği olur!
[Zuhrûf:36]

Demek ki neymiş:
Şeytan sınamak için ayna imiş! Herkesin kendi yüzünü gördüğü dosdoğru ayna!

Yâni bize tanıklık ediyor, sessiz bir şâhit?

Şeytan, iyiyi kötü yapmaz! Bu yüzden tanık zindana atılmaz! Küfür de Allâh’a tanıktır, iman da, biri kerhen (istemeye istemeye) öbürü tav’an (seve seve)

İçindeki Rûh, arıtmaya çalışır her bedeni
Ayna gibi yansıtsın diye o halk edeni

Peki şimdi sen ey can!
Güzel olsan ama güzeller güzeli
İlk ne ararsın kendine?

Elbette görmek için bir ayna
Her güzellik mutlaka görünmek ister!

Küllî nûru (tek ve bütün) ancak cüz’î nur (ayrı ve parça) görebileceğinden Allâh adı ile işâret edilen varlığı yine kendi görmüş olur! El-Mü’min (mutlak) mü’minin (mukayyed) aynasıdır böyle de okunur!

Âyine, ayna, mirât, gözgü: Karşısındaki şeylerin görüntüsünü aksettiren, özellikle insanların kendilerini görmek için kullandıkları, arkası sırlanmış cam veya mâdenden levhâ

Ayna kendi yüzünü saklar, başka yüzü gösterir. Göz aynayı görür, ayna gözü görmez; biz Hakk’a aynayız.

O vakit âlem denilen aynada görülen yüz kimin yüzü imiş?

Dâr-ı dünyâ denilen Mirât-ı Hak
Görme dünyâ! Hak gözüyle Hakk’a bak