Aşk değil mi

Her biri birbirinden güzel kırk beyitten bir şehr düzelim, ehline divân-ı aşk’tan bir varak nakl idelim:

Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün

Zâhidâ gel ‘aşka yâr ol maksûduñ mesrûr ise
‘Aşk elinden tevbekâr ol menziliñ maksûr ise

‘Aşka hem-râh olmayanlar bulmayısardur halâs
Len terânî perdesinden Mûsî’i gör tûr ise

Zâhidâ ‘aklıñ senüñ bu sırrı âgâh eylemez
Kâfire ta‘n eyleme ger ‘aşk-ıla ma‘mûr ise

Zîrâ ‘aşka küfr ü îmân hâ’il olmaz şöyle bil
Cümle ‘âlem ger hicâb-ı nûrı ger tennûr ise

Gûş iderseñ vasfını diñle deñizden katrece
Müstemi‘ ol bir nefes gel söyleyem ma‘zûr ise

Gerçi ‘aşkı vasf iderse niçe biñ yıllar tamâm
Şerh olunmaz, cümle ‘âlem kâtibi mestûr ise

‘Aşk degül mi nûr-ı câmi‘ var iden bil ibtidâ
Gerçi hakkıñ künh-i zâtı lâ-te‘ayyün nûr ise

‘Aşk degül mi nûr-ı câmi‘den kılan ‘arşı binâ
Gerçi Hâlik kudretinden sâni‘ mestûr ise

‘Aşk degül mi nûr-ı ‘arşı eyleyen kürsî semâ’
Gerçi kim şems ü kamer cümle nücûm pür-nûr ise

‘Aşk degül mi berr ü bahri zâhir iden ne ki var
Ba‘zı makbûl ba‘zı gerçi yâbis ü mahcûr ise

‘Aşk degül mi on sekiz biñ ‘âlemiñ sermâyesi
Gerçi yerler gökler ehli hikmete manzûr ise

‘Aşk degül mi kim sekiz cennâtı zeyn iden tamâm
Gerçi hakkıñ kullarına rahmeti meksûr ise

‘Aşk degül mi yedi tamu nârın iden pür-‘azâb
Yakısar hakka Nebîye ‘aşka kim menkûr ise

‘Aşk degül mi kenz-i mahfî’i ‘ayân iden ezel
Ger Muhammed mazhar-ı zâtı musavver nûr ise

‘Aşk degül mi hurmetine zâhir iden Ahmediñ
Enbiyâ’ ü mürselîniñ cümlesi pür-nûr ise

‘Aşk degül mi enbiyâ’ ü mürselîniñ hurmeti
Ger nebîdür ger velîdür her ne kim meşhûr ise

‘Aşk degül mi asl-ı ebrâr u mukarreb gayrı nâs
Külli şey’ hep tâkatınca Hâlika meşkûr ise

‘Aşk degül mi Âdemi bir niçe yüz yıl agladan
Mustafâ’nıñ hurmetine ger suçı magfûr ise

‘Aşk degül mi Şîte bunca dürlü san‘at ögreden
Gerçi Cebrâ’îl vesîle izn-i hak destûr ise

‘Aşk degül mi Eyyûbı derde giriftâr eyleyen
Gerçi zikri dem-be-dem hem messeniye’z-zurr ise

‘Aşk degül mi Ya‘kûbuñ gözlerini kan ağladan
Gerçi Yûsuf hasretinden cigeri tennûr ise

‘Aşk degül mi Yûsufı Ken‘âna sultân eyleyen
Gerçi takdîr-i Hudâ-yı Kâdir u Gayûr ise

‘Aşk degül mi kim kılan anuñ ‘asâsın ejderhâ
Gerçi kim Mûsâ bin ‘İmrân-ı Kelîm-i tûr ise

‘Aşk degül mi meyyiti ‘İsâ deminden hay kılan
Gerçi kim mazhar-ı kudret ma‘den-i meşhûr ise

‘Aşk degül mi evvel âhır Mustafâ’nıñ devleti
Gerçi anuñ hurmetine külli şey mefhûr ise

‘Aşk degül mi hak kılan şer‘i sırât-ı müstekîm
Gerçi [kim] vech-i Muhammed’den beri mazhûr ise

‘Aşk degül mi Mustafâ’yı yâre vuslat bulduran
Gerçi peyk-ile Hudâsı vahdete okur ise

‘Aşk degül mi Mustafâyı kâbe kavseyn eyleyen
Gerçi ev ednâ şarâbından sırrı mahmûr ise

‘Aşk degül mi Murtazâyı şîr-i Yezdân eyleyen
Gerçi kim evvel Resûle vâhidün min nûr ise

‘Aşk degül mi yir yüzine nâzil iden dört kitâb
Biri Tevrât İncîl ü Furkân ü ger Zebûr ise

‘Aşk degül mi her Nebîden gösteren bir mu‘cizât
Gerçi Hâlik hılkatında kâbiliyyet kor ise

‘Aşk degül mi tâlibi bir mürşide kul eyleyen
Bâb-ı Hakdır gerçi hâk-i pâyine yüz sürise

‘Aşk degül mi Leylîye Mecnûnı mecnûn eyleyen
Gerçi kim anuñ hayâlinden yol üzre tur ise

‘Aşk degül mi cân-verler gördüren ‘Abdürezzâk
Gerçi yâriñ yarasınden zâr-ı bî-huzûr ise

‘Aşk degül mi Ferhâdıñ zâr-ıla taglar deldügi
Ger Şirîniñ hasretinden âh idüp darb urısa

‘Aşk degül mi kim Züleyhânıñ özin nâr eyleyen
Gerçi Ya‘kûb oglı Yûsuf arada mezkûr ise

‘Aşk degül mi ‘âşıkı şevk-ıla ber-dâr eyleyen
Gerçi Bagdâdî ene’l-hak söyleyen Mansûr ise

‘Aşk degül mi ancalaruñ zâhirin vîrân iden
Gerçi kim bâtın binâsı ‘aşk-ıla ma‘mûr ise

‘Aşk degül mi ‘âşıkı hem sırr-ıla sultân iden
Gerçi halk-ı ‘âlem içre ‘âciz ü makhûr ise

‘Aşk degül mi bu Sinân Ümmî’yi bülbül eyleyen
Gerçi zikr-i hâs-ıla ol Hâlikı mezkûr ise

‘Aşka her kim ta‘n iderse evvel âhır hurmeti
Yokdur anuñ gerçi ‘ilmi nâm-ıla magrûr ise

Elmalılı Yusuf Ümmî Sinân ibni İbrahim Hazretleri (v. 1657)

Fakirlik tamam olunca

El-fakru fahrî el-fakru fahrî
Demedi mi ol âlemler fahri
Fakrini zikret fakrini zikret
Mahv u fenâda buldu bu gönlüm

elfakrufahri

El-fakru fahrî ve bihî eftahiru: “Fakirlik benim övüncümdür. Ben onunla iftihâr ederim” hadîs-i şerîfi ulemâ-yı zâhîrin manâlandırdığı gibi değildir. Erkân-ı İslâm’ın ikisi varlıkla, zenginlikle kãim (zekat ve hac) Burada fakirlik ef’alinde, sıfatında, zâtında kendini Hakk’a tefviz etmektir, işini Allah’a havale etmek ve O’nun yaptığı her şeyi gönül hoşluğu ile karşılamaktır.

Fakirlik, işbu manada makamın asıl sâhibi Fakriyyet-i Muhammediyye’de fâni olmaya derler. Zâten fakîrin, Hak Teâlâ’ya fakrdan başka takdim edeceği bir şeyi yoktur.

Habib-i Kibriya aleyhi ekmelittehaya Sultânımız «Ben fakrimle iftihar ederim» diyerek işaret buyurdukları hakîkatle kastedilen «fakr», mal ve para fakirliği değil gerçekte Allah celle celâluhû’nun olan varlığı, yani efal, sıfat ve vücudu kendine zerre kadar mal ve izafe etmeden, sahibine yâni Hakka isnad etme sonucu doğan gerçek «fakr-i tamm»dır.

İzâ etemme’l-fakru fehüvellah
Fakirlik Allah olayazdı…

Fakr-ı-tamm: Tam fakirlik. Tam bir acziyetle, mevhum varlığından kurtulup Cenâb-ı Hakk’a mutlak muhtaç olduğunun koşulsuz bir teslimiyetle bilinmesi.

Fakr içinde fahra irdük gayrı gitdi aradan
Seyrimiz dîdâr-ı Hakdır vaslımız vicdân-ı Hû

Ey insanlar! Siz Allâh’a (mutlak muhtaç) “yok”sullarsınız (Esmâ’sıyla varsınız)! Allâh ise Ğaniyy’dir, Hamîd’dir. [Fâtır, 15]

İRFAN SOFRALARI’NDAN

Bismillahirrahmânirrahîm.
İnsana çeşitli iyilikler lutfeden, Kur’ân Sofrasına insanları ve cinleri davet eden Allah’a hamdolsun! Rahmân namına o sofralara çağıranların Efendisi Hz. Muhammed’e; irfan sofralarına koşarak kalblerine irfan dolduran Âli’ne ve Ashabına salat ve selam olsun!

Bundan sonra: Bu fakir kul Mısrî, her ne kadar o sofralara güzel icabet edemedi ise de uzun zamandan beri yüce Allah’ın şu sözüyle o sofranın inmesini istiyordu: “Allah’ım, bize gökten öyle bir sofra indir ki bizden öncekilere de, bizden sonrakilere de bir bayram ve senden bir mu’cize olsun. Bizi rızıklandır. Muhakkak sen, rızık verenlerin en hayırlısısın.”

Bin yetmiş altı yılı Şevval’inin ikinci günü (7 Nisan 1666, Çarşamba 49 yaşlarında) akşama doğru kıbleye karşı oturmuş: “Fakirlik tamam olduğu zaman o, Allah’tır.” sözünü düşünüyordum. Allah’ın ilhamıyla sırrıma bunun hakiki bir mânâsı doğdu. O kadar kesin bir mânâ doğdu ki artık bunun ötesinde bir mânâ olmasa gerektir.

Allah bana açıkça gösterdi ki kendisinden başkasının ne zâhirde, ne bâtında varlığı yoktur. Yalnız var sanılır. Bana bildirdi ki ârifin sırrında vücûddan fakr (yoksunluk) tamam olmayınca perdesiz, doğrudan doğruya Hak’kın yüzüne bakması mümkin olmaz.

Nitekim yüce Allah buyurmuştur: O gün bazı yüzler sevinçli, ışıl ışıl parlar. Rablerine nazırdırlar. [Kıyamet:22-23] O süreçte yüzler Rablerin(in cemalin)e bakıp parlayacak. Rablerine nazar edicidirler! (Allah’ın cemâlini görmeye mazhar olurlar!)

Varlığı atmazsa, Allah’ın göklere ve yere arzettiği, onların kabulden imtina, edip sadece insanın yüklendiği vücûd emanetini ödememiş olur. Ve bu sûretle büsbütün hıyanetten kurtulamaz. Allah’ı da sevmez olur. Çünkü Allah Teâlâ: “Allah hainleri sevmez” [Enfal: 58] âyetiyle ifade ettiği üzere onu sevmez. (Hâin diye göstermesi gereken bağlılığı göstermeyip vefâsızlık edene derler)

Onun gözünden perde nasıl kalksın ve nasıl Allah’ı görsün ki o, Hak’ın olan vücûdu kendine mal etmektedir. Çünkü fakrın tamamı, Allah’tan başka her şeyden varlığı almaktır. Vücûd kalkınca Hakk görünür. Ve hiç kaybolmaz.

Dersen ki: “Vücûd görünürde ve gerçekte Allah Teâlâ’nın ise o halde ârif kim, O’na bakan kim, O’nu gören kim?” Derim ki: “Vücûd birdir ama mertebeleri çoktur. Bir mertebede muhiblikle, bir mertebede mahbûbluk ile görünür. Bir mertebede gül olur, diğerinde bülbül.”

Futuhat-i Mekkiyye’nin başında şöyle bir beyit vardır: “Rabb Hak’tır, kul Hak’tır. Ah bilseydim, kimdir mükellef. Kuldur dersen, o ölüdür. Rabb’dır dersen o halde O nasıl mükellef olur?”

Buradan anlaşıldı ki fakr: İki cihanda da vechin (yüzün) siyah olması (yok olması) dır. Yokluğa da siyah denilir. Yâni dünya ve âhiret âdemdir (yoktur). Bunların varlığı yoktur.
Çünkü varlık gerçekte Allah’ındır. Mahlukata varlık vermek mecazidir.

Peygamber’in: “Nefsini bilen Rabbını bilir.” sözünün mânâsı da budur. Çünkü nefsinin vücûdu olmadığını bilirse, kendisinde olan vücûdun Allah’a ait olduğunu anlar. Yâni kendisinin, mahiyyeti itibariyle Rabb, görünüş itibariyle nefs olduğunu bilir. Yahut O aynen (zât itibariyle) Rabb, taayyünen (görünüş) itibariyle nefstir.” diyebilirsin.

“Fakirlik küfür olayazdı. “sözüne gelince bu, nafile ibâdetlerle Allah’a yaklaşmanın sonucudur. Ama benim söylediklerim, farz ibâdetlerle Allah’a yaklaşmanın sonucudur.

Allah gerçeği söyler, O, doğru yola iletir. [Ahzab:4]

Halkın en fakiri, fakrın hâdimi Bursa sâkini Şeyh Muhammed Mısrî (ksa)

varligi_terk_fakr

Kevn ü mekândan geçeniñ
Menzili arşullâh olur
Yokluk meyinden içeniñ
Varlığı kenzullâh olur

Her kim ki ister yârını
Bıraksın elden varını
Gören dostuñ dîdârını
Bugün fenâ-fillâh olur

Eren fakrıñ tamâmına
Kanar vuslatıñ câmına
Fenâfillâh makâmına
Ulaşan mahvullâh olur

Her kim ki terk-i cân olur
Bir cânına biñ cân olur
Nefsini fehm eyler bilir
Hem ârif-i billâh olur

Berzah iliniñ âfeti
Pür-nûr olur şekâveti
Âşıklarñ ziyâreti
Oldur ki beytullâh olur

Bulan bu aşkıñ dadını
Keşf eyler ilm-i bâtını
Mukarreb eyler adını
Hâl ile ehlullâh olur

Maksûdumuz öñden soña
Budur ki derim ben saña
Sırdır seni viren oña
Tevhîd-i zâtullâh olur

İlm ü irfân olur sözü
Sırr-ı Furkân olur özü
Her kande kim bakar gözü
Ayn-i kudretullâh olur

Seyrân ider dôstuñ bâgın
Bilmez olur solun sağın
Anca duyar cân kulağın
Hitâb-ı sırrullâh olur

Bî-nişândır soyladığı
Lâ-mekândır yayladığı
Dâim dilde söylediği
Ol “küntü kenzullâh” olur

Kanda kim var hak meydânı
Almayalar değme cânı
Zirâ ki her cân mülkünü
Sanma ki aşkullâh olur

Şol cân ki aşkıñ yeridir
Kâmil gerekdir arıdır
Kâmil ki şol aşk eridir
Dâim işi Allâh olur

Ümmî Sinânıñ erdiği
Cânını kurbân verdiği
Dâimâ onuñ gördügü
Cemâl-ı Zâtullâh olur.

Acziyeti hissetmenin sonu “fakr”, onun da sonu “hiç”liktir! Sonrasında dilde terennüm eden ancak kendisidir. Fakr hâlindekinin duası, hakikatinden gelişi dolayısıyla, “OL!” emri gibidir! Mutlak bilinçli kulluk, ancak “FAKR” ile tamam olur!el_mugniEL-MUĞNÎ celle celâluhû: Dilediğini, başkalarından müstağnî kılan, zenginliği yaşatan, kendi zenginliğiyle zengin eden. Fakr halini sonucu olan Bekâ’nın güzelliklerini hîbe eden.

Seni hiçbir şeyin yok iken (fakr-yoklukta) bulup da zenginliğe (Gınâya-Bekâ’ya) kavuşturmadık mı (El-Ğanî’nın kulu yapmadık mı, âlemlerden müstağnî olanın kulluğunu yaşatmadık mı)? [Duha:8]

Muhakkak ki HÛ’dur ganî eden de fakir kılan da. [Necm:48]

Verirler “ben acizim, kudret senin” dedikçe
Verenin şanı büyük, sen iste istedikçe…

Çalışmayı, kendi elinin emeği ile geçinmeyi emreden bir dinin mensupları olan ince müslümanların, “Dervişliği bulan kişiye bir lokma bir hırka yetmez mi” sözünü yine hakikatli bir sûfi olan Muhammed Nuri Şemseddin (1280/1863) şöyle izah etmektedir: “Hırkadan murad, insanlık hırkası, lokmadan murad ise, yâr-i hakîki olan Hakk’ın cemâlidir.” Bu sırra âgâh olan kesb-i kemâl, seyr-i cemâl yolcuları, ömürleri boyunca çalışıp kazanmayı elden bırakmamışlar, Allah Resulünün sünneti gereği kendi servetlerini fakirlere sarfederek, manevi fakrın yanı sıra maddi fakirliğe de talip olmuşlardır.

Mâdem ki Fakr, kişinin Cenab-ı Hakka olan ifrât-ı aşkı sebebiyle kendi nefsinden fâni ve Hak’la baki olmasıdır. Fakir, hiç bir şeye malik olmayan ve hiç bir şeyin kendisine malik olamadığı kişidir, eşyânın esâretinden kurtularak gerçek zenginliğe, hakiki hürlüğe kavuşmuştur; işte fakîr birinden hakîki bir niyâz: Fakriyle övünen, alemlerin fahri hatrına kendi benliğimi ifnâ, kendi varlığını icrâ eyle. ÂMİN

O’nun ﷺ dilinden müjdeler: Fakirler cennete zenginlerden önce gireceklerdir… Cennete bakıverdim; içindekilerin çoğunun fakir olduklarını gördüm. Fakirlik, cennet, yakınlık nerede? Tamda şimdi tamda burada!

Ümmî Sinân

Âlim-i ümmî-iştihâr ve fâzıl-ı fezâil-şiâr ve kâmil-i füyûzât-âsâr şeyh-i pir ü civan
Hazret-i Yusuf Ümmî Sinân ibni İbrahim medfûn fî Elmalı [v.1657]

Gerçi adımdır Sinan Ümmî aceb dîvâneyem
Girmişem meydân-ı aşka baş açık merdâneyem
Aşk elinden câmı nûş itdüm bugün mestâneyem
Hayr u şerden kaçduğumdan sâkin-i meyhâneyem
Geçmezem dildârın aşkından cana olsun veda…

“… Arap ve Anadolu şehirlerinde çok şeyhlerin sohbetine eriştim. Akıbet, şeyhim, göz bebeğim, kalbimin devası Şeyh Ümmî Sinan Elmalı’nın hizmetine ulaştım. Kalbimin şifasını onun hizmeti şerefinde buldum. Mübarek nefesi kimyasıyla, bana Hz. Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî’nin rü’yada işaret ettiği her şey hâsıl oldu. Allah’a hamdolsun, Allah’ın lutfuyla telvîn gitti, temkîn hâsıl oldu…”

Böyle buyuruyordu, büyütüp aleme saldığı kalbinin meyvesi Hazreti Niyazi-i Mısrî (ks)… Adını ilkin kitaplardan okuduk Sinân-ı Ümmî’nin… Yaşadığı nurlu toprakların, nefes alıp verdiğimiz şehirde olduğunu öğrenince önce gece gibi karanlık cehlimizden, bîvefâ halimizden utandık, sabahında düştük yollarına… Elmalı’nın canlarından sızanlara hasret düştük yollarına… Tam da aşığının:
Bahrine aşkın dalmaya geldim
Şemine yârin yanmaya geldim
“Men aref” dersin okumak için
Mürşid-i kâmil bağına geldim buyurduğu yerden “Damla kendini tamamlayınca damlarmış” ya hani, işte biz de katremizi ummana salıp  daldık bahrine aşkın…

Yorulup iz yanıldığımız, bu ilde pek bir garip kaldığımız hissiyatı ile dostu görmek niyyetine düştük yollara.. Karlı dağlar aştık, derin ırmaklar geçtik.

Dost illerinden menzili key âli göründü,
Derd-i dile dermân olan Elmalı göründü.
Tûtilere sükker bağının zevki erişti,
Bülbüllere cânân gülünün dâli göründü
Mecnun gibi sahraları ağlayı gezerken
Leyla dağının lalesinin âli göründü
Bizim oralarda “Anadolu halkı yüzbin evliya torunudur…” derler ya el-hak öyledir. Torosların eteğinde Elmalı Dağı yamaçlarında hem şehrin içme suyuna hem şerab-ı aşka menba-i ihsan olmuş Pınarbaşı’nda bekleyen Hazretin huzurundayız şimdi… Gül bahçesinde bir gülün gölgesinde, içinde bin diken besleyen yüzümüz karasıyla huzurundayız.

Türbe-i saadetine altın varakla nakşedilmiş adını okuyunca “Ümmi” oltasına takılıveriyor insan. Okuma yazma bilmediğinden değil ilim için okuma yazma vesilesine, aracına ihtiyacı olmadığından “ümmî”… Ümmî dediysek anadan doğma âlim yani. Allah’dan bilen Habibi Kibriya Nebiyyü’l-Ümmî Muhammed Mustafa aleyhi ekmelittehaya Efendimizin lakabı olduğuna izafeten ve tevazusundan dolayı kabul edilmiş bir rütbe-i âla… Altın Silsilesi Şeyh Eroğlu Nuri (ks) ve Şeyh Abdulvehhâb Ümmi vasıtasıyla Hazreti Pir Yiğitbaşı Veli Ahmed Şemseddin Marmaravî’ye ulaşıyor. Hem efendim Yiğitbaşî’ye müntesib olanların cümlesi ümmîlerdir. Bir mübarek vesile ile gölgesinde sabahladığımız Hazretimin türbe-i şeriflerine nakşedilmiş nutku şerifiyle uyandırdılar çerâğı;

Beri gel nefsini bilmek dilersen
Nedir göstereyim haller içinde
Aşık olan kişi aşkın tadını
Bulamaz sükker û baller içinde
İnsan kendi içine baktığını kendini görebilir mi? Nasıl bilir nefsin hilesini diye düşünürken. Ak sakalı pir hoca araladı kapıyı yavaşça… Uzaklardan gelmişsin belli dedi, sırtını sıvazladı fakirin. Madem anlamadın dinle o halde diye başladı söze:  “… Hz. Niyazi Mısri Elmalı’da tam dokuz sene kalmış evladım… Geçen zaman içinde Ümmî Sinan Hazretleri, Mısrî’yi tarikat adabı gereği seyr ü sülûka devam ettirdikleri gibi O’nu dergah-ı şerifin imametiyle ve şeyhzadelere ilim öğretmek gibi bir takım hizmetlere de tayin etmişti. Bir müddet sonra da (bu gibi meşguliyetler sülûk için gerekli olan erbain, riyazet ve zikr-i daimiye mâni olabileceği için) mürşid-i azizi tarafından dergahın taşradaki değirmenine hizmete gönderilir. Mısrî burada dergahın günlük ihtiyacı olan buğdayı her gün götürüp öğütür ve ununu geri getirir. Tamamen zikr ve riyazat içindedir. Aradan biraz zaman geçer… Mısrî kendi kendine: “Şeyhim beni hiç kimsenin olmadığı boş bir yere gönderdi. Kendisinden ayrı düştüm. Taşrada böyle başıboş hayvanlar gibi yaşıyorum. Bu hal feyz almama engel olacak. Halbuki müridin yegane teselli kaynağı mürşidin cemalidir. Hatta mürşidin yanında olmak, sülûkun yarısıdır. Ondan uzakta ya benim halim nice olur…” gibi düşüncelerle şüpheye düşer. Gerçi gönlüne gelen bu vesveseyi rabıta, kelime-i tevhid ve istiğfarla gidermeye çalışır fakat şekk-i muhabbetten bir türlü kurtulamaz. Tam bunları düşündüğü esnada yolda yapayalnız giderken ortaya bir ayı çıkıp Mısrî’ye hücum eder. Ayıyı kendisinden ulaştırmak için ne kadar mücadele ettiyse de başarılı olamaz. Nihayet mürşidin ruhaniyetine sığınıp: “Himmet ya Hazret-i Pîr” diye niyaza durur. O vakit, Ümmî Sinân hazretleri tecelli edip Allah’ın inayetiyle, dervişini hayvanın pençesinden kurtarıverir. Hazret-i Şeyh buyururlar ki: “Bu hayvan senin yabancın değildir hem hatırandan zuhur etmiştir. Bu yaşadığın hal de senin irşad olman içindir. Korkma! Sen “himmet-i pir var mı yok mu” diye düşünüyordun, gördüğün gibi himmet varmış. İşte gönlündeki vesvesenin manevi sureti de böyle yabani bir mahluktur.”

Demek için dışa zuhuratı bu olsa gerek. Dıştan içe yansıyan hayaller ve düşünceler, içten dışa çıkan olaylar birinden diğerine, iç içe sürekli oluşumlara sebep olurlarmış. Nefsin behimî, hayvani sıfatlarının tecellileri bazen alem-i cemalde rüya halinde, bazılarına da gözü açıkken olduğu gibi gösterilirmiş meğer… Şimdi âgah olduk, eyvallah diye eline yapışmak için uzandığımızda bir de ne görelim: Ne el var ne de sahibi…

Gözlerimizi ovuşturduğumuzda güneş çoktan etrafa yayılmış, işrak ilhamlarının ardından dilimizde amin bekleyen lâtif bir mırıltı kalmıştı:

Ey cümle halkıñ maksûdu
Al göñlümü senden yaña
Ey külli şey’iñ mevcûdu
Al göñlümü senden yaña

Budur yüreğim yâresi
Gitmedi yüzüm karası
Ey bî-çâreler çâresi
Al göñlümü senden yaña

Nefs elinden âvâreyim
Hırs elinden bî-çâreyim
Gayrı kime yalvarayım
Al göñlümü senden yaña

Kurtar nefsiñ belâsından
Cân bu lutfu bula senden
N’ola ihsân ola senden
Al göñlümü senden yaña

Elim saña irmekliğe
Gözüm seni görmekliğe
Kapuña yüz sürmekliğe
Al göñlümü senden yaña

Nefsiñ meyine kanmasın
Firkât odına yanmasın
Mâsivâya aldanmasın
Al göñlümü senden yaña

Dâ’im sen ol dilde sözüm
Seni fikreylesin özüm
Gayrıya bakmasın gözüm
Al göñlümi senden yaña

Mustafâ’nıñ minnetine
Murtazâ’nıñ himmetine
Şol birliğiñ hürmetine
Al göñlümü senden yaña

Gözlerimi giryân eyle
Hem ciğerim biryân eyle
Esrârıña hayrân eyle
Al göñlümü senden yaña

Evliyâlar hürmetine
Enbiyâlar izzetine
Mukarrebler kurbetine
Al göñlümü senden yaña

Aşkıña yoldaş olmağa
Derdiñe dildaş olmağa
Sırrıña hâldaş olmağa
Al göñlümü senden yaña

Ey keremler kânı hâce
Sensin yücelerden yüce
Ayrılmasın bir zerrece
Al göñlümü senden yaña

Ümmî Sinân der Yaradan
Kaldır perdeyi aradan
Kurtar beni bu yaradan
Al göñlümü senden yaña 

Bu seferden sonra her sabah ateşîn bir aah ile yenilediğimiz virdimiz budur efendim… Bilmem ki daha ne söyleyelim erenlerim… Mevlam bizlere Ümmi Sinan gibi Hak Dostlarının sırlarına aşina olmak için aşk versin, hem yolda sabit kadem olmaklığımız için sabr u azimet nasib eylesin…

Ümmi Sinan ve ahfadı Efendilerimiz destgîr-i münirimiz ola. Sadât-ı kiram Efendilerimizin safa nazarları ferahyâb ve feyzyâb eyleye canları… Hazretimin himmet-i âlilerinin üzerlerimize sâyeban olmaklığı, ruh-u tayyibelerinin bu niyazdan haberdâr olmaklığı için, bilhassa Allah rızası için El-Fatiha

Bi ismi zâtike, Ya Allah huu