Dalga üstüne

Okyanustaki dalgalar gibiyiz. Renginden şekline, yüzeydeki her bir dalganın benzersiz niteliği var. Ama derinlerde birbirimizle bitip tükenmeyen bir bağımız var. Yüzeydeki anlık “görüntünün ötesine bakma alıştırmaları” yaparsanız, her formda yatan “gerçek varlığı” görmeye başlayacaksınız.
[J. P. Kauffman]

Bir dalganın zuhûra gelmesi için bütün okyanus işbirliği yapar. Tıpkı bunun gibi sen de cümle âlemin, bir anlığına göründüğü hâlisin, kendini adından ibâret sanmayasın!

Mâdem sen dalga değilsin “dalga âlemin” o hâlde her dem gelen dalganın istediği gibi alçalıp yükselmesine izin veresin.

Rahat ol, kazanacak veya kaybedecek bir şeyin yok; dalgaya gelmeyesin, okyanus sensin!

Zâten aydınlanma dedikleri, bir dalganın okyanus olduğunu basitçe fark etmesinden ibârettir.

– Şu tepenin yamacındaki kuzuyu görüyor musun?

Benim yoğurdumu yapmak için ot yiyor.

Ben de birazdan taşacak muhabbeti demlemek için şimdi yoğurt yiyorum

Bir şekilde kuzu bugünkü sohbetini yapacak, onun sütünden içtiğim zaman kuzunun bir kuzusu da ben oldum sanki…

Günlük hayatımızı, her şeyi, birlikte varoluşun ışığı altında görerek bu şekilde bir bir yaşadıkça azap çekmeden birlik zevkini hissedebiliriz.

Şimdi ver elini birlikte sâhilden bir seyre dalalım:

Şu engin denize uzakta baktığımızda her bir dalganın bir başlangıcı ve bir de sonu olduğunu görüyoruz değil mi?

Bir dalgayı diğer dalgalarla karşılaştırılabilir ve onun daha çok veya az olduğunu, daha yüksek veya alçak olduğunu, daha uzun veya kısa sürdüğünü söyleyebiliriz.

Fakat daha derinlemesine bakarsak bir dalganın sudan oluştuğunu görürüz. O bir dalganın hayatını yaşarken aynı zamanda suyun hayatını da yaşar.

Dalganın su olduğunu bilmemesi pek üzücü olur zîrâ şöyle düşünüyor:

“Bir gün öleceğim, suyun yüzeyinde geçen zaman benim kısacık hayatım ve kıyıya vardığım zaman yokluğa geri döneceğim.”

Böyle zannetmesi dalganın korku ve keder içinde boğulmasına sebep olur, dalganın cehennemi olur.

Eğer dalga, özgür ve mutlu olmak istiyorsa, üzerine yapışan “deniz ayrıdır ben ayrımım” kimliğinden soyunması, yaşamının, bedenin görünüp kaybolma anı arasında akmadığını fark etmesi gerekir.

DALGALANIP DURULMAYA DEVÂM EDİYORUZ…

Bir dalganın sâhile ulaştığında tükeneceğini sanması gibi bizler de mezar taşına kazınanlara (1976-2022) aldanırız.

Sâdece iki tarih arasında vâr olduğumuzu düşünür ve kendi kendimizi inandırdığımız bu safsata yüzünden azap çeker, suyun içinde suya hasret yanarız.

Ancak ezbere bilgilerle, deneyimi olmayan ikinci el idrakleri bir yana bırakıp BEN SANDIĞIMIZA derinlemesine bakarsak, asla doğmadığımızı ve asla ölmeyeceğimizi fark edebiliriz.

Bir dalga doğar ve ölür, yüksektir ve alçaktır, daha çok veya daha az güzeldir fakat bütün bu ikili düşünceleri suya uygulayamazsınız.

Bunu tam anladığımızda korkumuz birden kaybolur.

İkilik yasasının aktığı göreceli gerçeklik dünyasında, dalgası yükseldikçe kendini mutlu hissedenler alçaldıkça da üzgün hisseder elbet…

“Ben yükseğim “Ben alçağım” diye düşünenler bir üstünlük veya aşağılık kompleksi büyütebilir ne var ki dalga gerçek doğasıyla yâni suyla temas ettiğinde tüm kompleksleri biter ve doğum-ölüm çarkını birden aşar.

İçimizdeki suyun özüyle temas edebilmemiz için derinleşmeli her ânın ve o anda akan eylemin farkında, hamd içinde olmalıyız.

Bu zevkle, mutlak gerçeklik boyutuyla temas edecek şekilde yürür, bakar, nefes alır ve yeriz.

Kendini dalga sanan, başkalarındaki egoya tepki vermemek yalnızca kendi içinizdeki egonun ötesine geçmenin değil aynı zamanda kollektif insan egosunu çözmenin, dalgaya gelmemenin de en etkili yollarından biridir.
[E. Tolle]

İşte böylece doğum ve ölüm, vahdet (tek) ve kesret (çok-çeşitli) korkularını aşar, varlık komasından uyanırız.

Teninin içindeki “ben”in ve
Benimkinin içindeki “ben”im
aynı akışın dalgalarıdır

Varlığımızın temeliyle nefes üzerinden sağlam bir bağ kurduğumuzda, bizi bekleyen hediyelerden ilki “korkusuzluk” olacaktır ki korkacak ikincinin kalmaması, “bozulmayan mutluluğun” işaretidir.

Evrene sunabileceğimiz en büyük hediye işte bu korkusuzluğumuzdur.

Varlığımızın en derin seviyesiyle temasa geçerek akışın her ânını derinlemesine hissetmek, kendini bilmektir.

Denizin fırtınalı bir ânında, bir dalganın üzerine oradan oraya savrulsan bile hâlâ okyanusun koynundasın.

Dışarda sandığından çekinen, içinde zerre korku olan şirk içindedir çünkü Allah’ı yanlış anlamış çünkü kendini henüz tanıyamamıştır.

Allah’ı tanıyıp kendine dost olanlara, ne bir korku vardır ne de bir hüzün…
[Yûnus:62’den]

Bir ömür deniz olmaya çalışan bir dalgaya rastladım, tuttum ve salladım:
“Sâkinleş yeter”

Dalganın su olması için
Ölmesi gerekmez
O zâten sudur!

Her nerede olursanız O’nunla birliktesiniz.
[Hadîd:4’ten]

Senlik de yokdur benlik de bizde; zerrât-ı âbız bir tek denizde…
[Kelâm-ı Azîz-i Melâmîye’den]

Bir çöp gibi döndük yine döndük o denizde
Ey lücce-i vahdet ki coşarsın içimizde

Muhabbetle güzeller güzeli…

Suyun binbir yüzü

Biz Allah’tan geldik, Allâh (Esmâ’sının açığa çıkması) içiniz ve O’na dönücüyüz (sonuçta bu gerçeği yaşayacağız) [2:156]

Bunca yıldır misafirsin bu tende

Cehâlettir ânı bilmez isen sende

Yaşıyorum sanıyorum ama gerçekte ölüyüm çünkü sonsuzdan kopmuşum. Oysa bir parçacığım ben bütüne hasret. Sense bir bardak suda okyanus gizleyensin, parça bütüne kavuşacak ki hasret dinsin. Bütünle bütünleşemediğim, birliği hissedemediğim sürece yaşamım daimi bir ölüm; Oysa âşık ölüdür, maşûk daim diri…

Kalk âşık kalk!

Acele et biraz

Bak! Su sesi geliyor,

Sense susuzsun

Ve uyuyorsun…

Bir katre iken kendimi ummâne düşürdüm

Hayfâ yolumu vâdi-i hicrâna düşürdüm


Bir katre iken… Ölümün hükümdarlığına gölge düşüren, ölümsüzlüğün habercisi bir okyanus. Parayı pul, zâlimi kul eden huzurun aktığı bir deniz. Yağmur damlasından büyüyen ve yine yağmur olan, “ben”de “biz”i “biz”de “ben”i saklayan bir göl. Gezgin, yârenler hası, yolculuk telâşında bir nehir. Gözü pek bir âşık-ı şeydâ, azalırken çoğalan bir şelale. Mütevazı, semazen akışlı, azimle davete icabet eden bir dere; suyun binbir yüzüdür bizim hikâyemiz.

buz_kar.jpg

Su, buz olarak kaldığı sürece uçamaz ama kaynatılıp buhar haline getirildiğinde gökler ağacaktır. İnsan da ruh haline gelebilirse, kolayca uçabilir hem melekler uçabilir çünkü kendilerini hafife alırlar, beden kaydındaki ağırlıkları yoktur. Ruh, zaten uçmaktadır. Uçan ruh nereye gider? Kendine uyum sağlayan yere gider ki, “fedhulu fî ibâdî” bu da aynı uyumu sağlayan kimselerdir. L. Filiz

Hak, değişmeden kaldığı halde halk o değişmeyen varlığın değişen ve sayılmayacak kadar çeşitlilik gösteren zuhur ve tecellisidir. İbn’ül Arabî hazretim, Hakk’ın çok çeşitli şekiller almasını, türlü donlar giyinmesini şu misal üzerinden izah eder: Su; buz, kar, buhar, dolu, yağmur, çeşme, dalga, ırmak, deniz gibi şekiller ve adlar alır. Görüntüler  farklı olsa da bunların aslı sudur. Su donup buz şeklinde taayyün eder. Buzun bu kendisine mahsûs taayyünü erimedikçe onda mahpûs olan su tam olarak deryâya kavuşmaz.  Bundan dolayı belki suyun buza iştiyâkı, kendi nefsine iştiyâkıdır. Çünkü Resûlulluah efendimiz (sav) Deccâl’den bâhis olan hadîs-i şerîfinde “Sizden biriniz ölmedikçe Rabb’ini müşâhede etmez” buyurdular. Şu hâlde kulun, ölüm vaktinde hâsıl olan hâs kavuşmaya iştiyâk göstermesi lâzımdır. Tâ ki Hak onun iştiyâkından daha şiddetli bir iştiyâk ile ona iştiyâk göstersin. Ve ölüm aslında tabîat perdelerinin ve kesîf beden hükümlerinin kalkmasından ibâret olan bir hâl olduğu için bu hâs kavuşma, hem irâdî ya’nî tercîhli ölümü ve hem de tabîî ya’nî kaçınılmaz olan ölümü ihâta eyler. [Ş. Ekber]

Cennet gömleği olursa çekeyim yırtayım

Kavuşma ânında perde ola gömleğim

Sadreddin Konevî, Hz. Pir-i Destgîr-i Münîr Mevlâna’yı hasta yatağında ziyaret etmiş ve kendisine acil şifalar dilemişti. Bunun üzerine Hz. Mevlâna bakın ne buyurmuşlar: “Bundan sonra Allah sizlere şifa versin. Âşıkla maşuk arasında kıl kadar gömlekten başka bir şey kalmadı. Bunu da soyup çıkarmalarını ve nurun nura ulaşmasını istemiyor musunuz?”

Bir ucu gösterilen mânânın, âşinâ gönüllerde doğması için, Vâridat şerhinde geçen, ilim şehrinin kapısı sultanın dilinden pek müfîd bir nazım ile devam edelim.

Hz. Ali Efendimiz’nin (kv) bir nutk-u şerîfinin izâhâtı:
في تحقيقنا غير مائيه وغيران في حكمي دعته الشرائع

İmam-ı Ali kerremallahu vechehul-âli saadetle buyurur:

Ve mâl-halku fi’t-timsâli illâ ke-selcetin
Yani: Timsalde cümle varlıkların vücûtları kara benzer. Müstakil vücutları yoktur. Karın vücudu suyun vücudu olduğu gibi. Halk da böyledir. Vücutları Hakk’ın vücududur. Müstakil vücutları yoktur.

Ve ente leha’l mau ellezi hüve nâbiu
Hâlbuki sen de kar olmuş o kaynak suyuna benzersin. Su, kar sûretiyle zâhir olduğu ve karın kıyamı su ile olduğu gibi halkın zuhuru ve kıyamı dahi Hakk’ın vücududur.

Ve mâ’s-selcu fi tahkikina gayre mâihi
Hakikatte ve işin aslında kar suyun vücudundan başka bir şey değildir. Suyun kendisidir, görünüşüdür. Ancak su havanın soğukluğu ile kar sûretinde görünür. Su adı gizlenir, kar adı zâhir olur. İşin aslında aynı şey olduğu gibi halk dahi Hakkın zuhurudur. Hak Teâla her yüzden cilve-gîrdir. O cilvelerine halk adı verildi. İşin aslında Allah’ın zâtından başka zât yoktur. Cümle halk adı ile görünen kendi cilvesi, tecellisi, zuhurudur.

Ve gayre ennehu fi hükmin dâethu’ş-şerayi
Şeriatte ve zâhir ahkâmda kar ve su birbirine aykırıdır. Zira su ile taharet olunur, kar ile taharet olunmaz. Kardan başka su bulunmazsa ve karı eritecek şey yoksa teyemmüm caizdir. Karın varlığı teyemmüme engel olmaz. Suyun varlığı engel olur. Bundan malum oldu ki, karın müstakil vücudu olmadığı halde şeriatın zâhirinde kara su demezler. İsimde ve görünüşte Hakk’ın cilvesi (latif tecellisi) olan halk, Hakkın zâtından başkadır. Halka Hak denilmez. Kar suyun mazharı ve sûreti olduğu gibi halk dahi Hakk’ın mazharı ve cilvesidir. Lakin bu halka Hak denilmez. Zira ma’duma mevcut (yok olana var) denilmez.

Ve lakin yezubu’s-selcu yurfeu hükmühu
Ve yudau hükmül-mâi ve’l-emrü vâkiu
Lakin kar eridiğinde kar adı ve taharete engellik hükmü kalkar. Su adı ve taharet hükmü konulduğu gibi insan da hakiki tevhide süluk ederek Allah’ın varlığında eriyerek yok olduğunda mevcud ve bâki olanın Hak olduğunu Hak şühudu ile müşahede eder.

Tecemmeati’l-ezdadü fi vahidi’l-baha
Ve fîhi telaşet fe hüve anhünne sâtıu
Yani: Hazret-i cem makamında ef’al ve sıfatın Hakk’ın zâtı ile kaim oldukları müşahede olunur. O mertebe tadılmadan hakiki tevhid zâhir olmaz.

İşte böyle efendim, filler türlü türlü, iz takip edilirse fiillerin neşet ettiği sıfatta çeşit daha az nitekim Zat makamına varıldığında ise kesretten vahdete erilir.

O’nun aynı da ğayrı da yoktur.  Buhârın vücûdu, lâtîf oluşunun kemâlinden dolayı görünmez. Bir mertebe yoğunlaşınca bulut ve bulut yoğunlaşınca su; ve su donarak yoğunlaşınca buz olur. Şimdi buzun esâsı buhar olmakla berâber, onun belirmesi buharın gayrıdır. Çünkü buhar, aslâ buz gibi kesîf bir belirme sâhibi değildir; o sûretsizdir. Ve aynı şekilde buz, suyun donmuş halinden ibâret olduğu halde, suyun aynı değildir. Çünkü su ile görülen işler buz ile görülemez. Su başka, buz başkadır. Velâkin gerek suyun ve gerek buzun vücûtları buharın zâtından gayrı değildir. Bu i’tibâr ile buharın aynıdırlar. Bundan dolayı bunların arasında hem aynı oluş ve hem de gayrı oluş mevcût ve gerçektir.

Buhar yoğunlaşınca su olur ve su yoğunlaşınca buz olur. Suyun ve buzun vücûdu buhârın vücûdudur. Buz eriyince su ve su buharlaşınca buhâr olur. Bundan dolayı buzun şânı helâk olmaktır. Oysa helâk olucu olan buz, buhârın indinde hem mevcût ve hem de mevcût olmayandır. Ve onun şânı, yokluk içinde varlıktır. Bununla berâber bu iniş ve çıkışta buhârın zâtı değişmiş değildir. Hakk’ın latîf olan mutlak vücûdu, her bir ismin gereklerine göre, o kesîf sûrette belirmiş ve kayıtlanmıştır. El-Latîf olan buharın yoğunlaşıp, farz edelim küp şeklinde ve diğer şekillerde dondurulması gibi. Buzun vücûdu algıda mevcût ve görülebilir ise de, latîf buharın o şekilde kayıtlanmasından ve belirmesinden oluşmuş izâfî bir vücûttur. O belirginlik ve kayıtlanma zâil olunca, mutlaklığa döner. Bundan dolayı buzun vücûdu bir hayâl olup, onda kendini göstermekte olan hakîkat latîf olan buharın mutlak vücûdudur.

İşte bu misalerle de açıkça görüldüğü şekilde bu var edilmişler âleminin hayâl olduğunu ve hakîkat yönünden Hak olduğunu zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayıp idrâk ederek anlayan kimse, yolun sırlarına hâiz ve hâlin hakîkatine vâkıf olur. Ve Allâh’ın yolunda murâdınca gitmeye muvaffak olur.

Hayır ve şer ALLAH’tandır zîra suyu buz yapan da güneştir buhar yapan da…

Hakikatte hal böyle olunca, Rabbimizin de bizden muradı O’nun büyüklüğü karşısında buz gibi olan benliğimizin erimesidir. Onun ilâhî varlığı karşısında aczimizi, mahviyetimizi anlamaklığımızdır.

Verirler “ben acizim, kudret senin” dedikçe…

Verenin şânı büyük, sen iste istedikçe…

Tevbe ile yıkayıp aslına döndürdüğümüz muhabbetimiz nefsin ve alemin dertlerine şifâ olsun niyazımızla mektubu burada sırlarken imdâd erişir feryâdımıza:
Aradığın su, düştüğün kuyudadır!


Kendi çukurunda kuruyabilir insan ummana karışamadan
Sen cansın özünü ten bilirsin

Katında su var susuz ölürsün

Tel tel iplik iplikte dikseler ağzımı, secde yerinde nabzımı yoklayanlar tek bir nefes duysa: Kendi benliğimi ifnâ, kendi varlığını icrâ eyle: “Al beni benden; kayd-ı bedenden, ayırma senden”

Hümâ-yı ‘ışk-pervâz ol gel ey cân murg-ı tenden geç

‘Alâ’ikden mücerred ol yüri kayd-ı bedenden geç