Hatırla Sevgili

Neyi unuttuğunu unutan cana,
… O hâlde (ondan yüz çevirip) nereye gidiyorsunuz? Bu (mesaj), bütün insanlık için bir öğüt ve hatırlatmadan başka bir şey değildir. [Tekvîr, 26,27]

Hakka yönel azm ile yâr ola gel
Bir nefes şol bezm ile yâr ola gel
Bildiğini hep unut yârin öğüdün tut
Budur sana bir öğüt yâr ola gel


Nûr-i âlemsin bugün hem dahi mahbûb-ı Hüdâ
Eyleme âşıkların bir lahza kapından cüdâ
Gitmesin nam-ı şerîfin bu dilimden dem-be-dem
Dertli gönlüme davâdır cân bulur andan safâ.
Umaram her bir adın başka şefâat eyleye
Ahmed ü Mahmûd Ebü’l-Kaasım Muhammed Mustafâ.
Bu
Muhibbî tevbe eyler tevbesin eyle kabûl
Fitne-i şeytândan sakla anı Yâ Rabbenâ.

Neyzenin nefesinden Sultânîyegâh makamında yükselen “Biyâ, biyâ!” sedâsı can kulağımıza gelmeseydi bu mektup ecdadın hatırasını yâd ederdi amma ya nasib…

[269. Mestmp3] Gene bile bu satırları okuyan canlar arasında, Divan sahibi Sultan Süleyman Han Hazretleri ile başlayan tarih okumalarına kapı açacağı ümidimiz mahfuzdur.

Ömür, yarınlara bağlanan, ümitlerle geçip gitmede; gafilcesine kavgalarla, gürültülerle, didinmelerle tükenip durmadadır! Sen aklını başına al da, ömrünü şu içinde bulunduğun bugün say! Bak bakalım, bugünü de hangi sevdalarla harcıyorsun? Gâh cüzdanını para ile doldurmak kaygısı ile gâh iyi yemek, içmek ile bu aziz ömür geçip gitmede, her nefeste eksilmede! Ölüm, kaşla göz arasında; onu hatırlamaktan bile bize daha yakın! Fakat gaflete dalanın aklı nerelere gitmede bilmem ki? Teni besleyip şişmanlatmaya bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek, mezar kurtlarına yem olacak bir kurbandır! Sen, gönlünü manevî gıdalarla beslemeye bak; yücelere gidecek, şereflenecek olan odur! Bu leşe, yağlı ballı şeyleri az ver! Çünkü tenini besleyen kişi, şehvetine, nefsanî arzulara kapılıyor; sonunda da rezil olup gidiyor! Sen, ruha manevî yiyecekler ver; yağlı ballı düşünüş, anlayış, buluş gıdaları ver de, gideceği yere güçlü kuvvetli gitsin! [Hz. Pir Mevlana]

Gündelik zevkler peşinde, neyi unuttuğunu hatırlamasına mani eğlencelerle oyalanan zamane insanı, “unutmak ve alışmak” tılsımları ile kendini kaybetmiştir. Yitiğini yanlış yerlerde arayan kalbi, ihtiyaçlarla çırpınıp ancak gam ve telaş yüklenmiştir… Çünkü o kalptir hasret kaldığı asıldan uzak, bütüne hasret bir parçacık olan.

Kimi vicdana dokundu, kimi cism ü câna
Zevk namıyla ne yaptımsa pişman oldum

Mademki alemde her şey zıddıyla bilinir. Bu unutuş “İki yanın arasındaki en şiddetli ve acımasız düşmanın olan” nefsindendir. Evet nefis var. Ama hangi nefs? Elbetteki nefs-i emmare, yanî kötülüğü emreden, kötülüğe sevkeden nefis… Bu nefis ki tüm kötü meyillerin, arzuların, şehevî isteklerin insanın safvetini kirleten tutkuların, geçici hedeflerin, mutlak iyi ve mutlak güzele karşı beslenen düşmanlıkların, ihanetlerin kaynağını… Evet, nefis var, şeytan ve düşman var. Var ki bir lüzumu var:

Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!

Ve ayrılık var alemde, bütün üzüntülerin kaynağı. Var ki bir lüzumu var. Hani ruhun Elest Meclisi’nde bir yemini vardı? Ruha ten kafesine girip tabiat kayıtlarıyla bağlanması emrolunduğu zaman denmişti ki:

“Ayrılık şarabını iç ki benden uzaklaşmanın hicranı içinde, bana kavuşmanın benimle olmanın lezzetini anlaman mümkün olsun. Hemen ten kafesine gir ki kalbinin parlak aynasında, sonsuz güzelliğin aksini görmek saadetine eresin. Gideceğin yolda eğer nefsinin hilelerinden korkar, zorluk çeker, tehlikeye düşersen bil ki benim ilahî yardımın seni koruyacaktır.”

Ey Allah’ım, bize böyle buyurmuştun. Biz seni sevelim, senin güzelliğinin hasretini çekelim ve yine sana dönelim diye kendinden uzaklara yollamıştın (Biz uzaktayız sandık eyvah aldandık…) Bize müjdelerin büyüktü. Gerçi sana dönmemiz için bizim de ahd û peymânımızı yerine getirmemiz, sözümüzden dönmememiz lazımdı.

Seninle yaşadığını unutan nicelerimiz bu ahdi unuttuk. Geçici dünya heveslerine daldık, perdelerin ardında kaldık. Şu da var ki biz, senin vermeye lüzum gördüğün cefâ ile de mesut ve bahtiyarız. Ah cefâdan şikayet ne abes. Biz belâ ile cefâyı sâfa bilen ruhlarız. Asıl belâyı, belâya neden düçâr olduğunu bilmemek, belâyı verenden gafil olmak biliriz.

Yârin cefâsı cümle vefâdır cefâ değil
Yâri cefa kılur diyen ehl-i vefâ değil

temennisindeki gibi Senden ayrı kaldıkça, ayrılık ızdırabındaki lezzeti, senin aşkınla kendinden geçip ney ve sema’ heyecanına kapıp koyuverenler bilir…

Ey büyük ve eşsiz ressamın yaptığı resimlerin en güzeli, ey seçilmiş resim! Sen, seni yapandan nasıl ayrı kalırsın, nasıl ayrı kalırsın, nasıl ayrı!

Sözün ucu kaçtı, mâna incisi dağıldı amma neyleyelim, bu gece sevgili, kederli, gamlı dostunu okşadı. Acılar çeken, sitemler tatmış cana, tatlı sözleri ile kendi tadından tat verdi. Tadı, tatlılığı coşturdu, hoş öğütleri ile kulağa küpe taktı, gözlere nûr bağışladı.

Gündüz kazanç ve kar zamanıdır. Fakat gece sevdasının bambaşka bir zevki vardır. Gece geldi, alışverişten, kazançtan beni alıkoydu, elimi bağladı, bir şey yapamaz oldum. Seher vaktine kadar gecenin de ayağı bağlı kaldı. Bugün sabahın ilk ışıklarına dek mana sofrasında işretimiz var, neşemiz var, zevkimiz var. Ey tertemiz kalpli Hak âşıkları! Ey dostlar! Buyurun sofraya, buyurun!

Ey Allahım bu sofradan feryatlar ve ahlar yükseliyor ki bu ne şükür ne şikâyete benzer. Bu iradesiz bir inleyiş ve o türlü bir haykırıştır:

Âşıkların kalpleri, celâlinin ilâhî nûrları ile münevver(nurlanmış), Sana müştâk olanların nefisleri, visâlinin nefesleri ile muattar(güzel kokulu), Ariflerin rûhları, cemâlinin tatlı suyuna atşani (susamış), aşkından aklı gitmiş ve hayranlığından şaşırmış olanların sırları, Senin cemâlinin kemâline hayran olduğu halde umarız ve dileriz:

İlahi, kabul senden, red senden, şifa senden dert senden. Zıtlar aleminde nefsi ve takvayı, Vuslatı ve firâkı var eden sensin. Her kimi kabul edersen aziz edersin, her ne miktar hasîs ise… ve her kimi red edersen hakîr edersin, her ne miktar nefis ise.

Bildim ki: Dost yolunda nistlik gerek. Yâr önünde pestlik gerek, ten cübbesi çâk gerek, gönül evi pâk gerek.

İlahi, her neyi yasak ettinse onu ittim; elime her ne sundunsa onu tuttum. İlahi, gönlüm oduna ne yaktınsa o tüter; vücudum bahçesine ne ektinse o biter. İlâhi, bî-zârım ol taâtten ki, ucb-u riyâ getire! Hoşnudum ol mâsiyetten ki, ağlama, sızlama ve nedâmet getire! İlâhî! Ne yazdınsa o olur, hâtime-i ömürde ne kodunsa ol gelir. Eğer muti’ kulların tâatlerine inanırlarsa âsilerin dahi keremine dayanırlar. İlâhi, iman verdin, daim eyle; ihsan verdin, kaim eyle, aşk verdin, ziyâde eyle.

Sevgiliyi hatırlatacak vesilelere, renklere, seslere müşteri cümle canlara aşk olsun

Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet,
zahir ve batınlarımız hayrola,


Aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah,
Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim

Hamiş: Bu mektuptaki bazı manalar gizli kaldı farkındayız. Lakin böylesi bir mektupta bazı incelikleri açıklamaya, esrar perdesini aralamaya da destur verilmiş değil. Kelimeler ve hikmetler kınından sıyrılmış kılıca benzerler. Üzerine koruyucu zırhını almamışsan ondan yüz geri etmelisin. Kalkanın yoksa üzerine varma, ona yaklaşma. Zira kılıç kesebildiği şeyler kesmekten geri kalmaz vesselam.

Mazeretim yok!

Ey yolcu,
… Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler… [Mâide, 54]

Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım,
Elemim bir yüreğin karı değil paylaşalım.

Ey o akıl almaz, eşsiz varlığı anlamaya çalışan, sezmeye uğraşan! Ey göklere âşık olan kişi! Merdivenden bahsedip duran arifle dost ol, onunla iyi geçin! Herkes evden bahseder durur. Fakat “O evde bulunan güzel nerede? O nasıl bulunabilir?” diyen yok. Bir yaz günü sıcakta bir ağacın gölgesine sığınan herkes gölgeden, gölgeyi düşüren ağaçtan bahseder ama o gölgeyi düşürten güneşten, güneşin nurundan kimse bahsetmez. Bütün bu zorlukları bilmekle beraber, dilin ona dair, onun hakkında söylediği birkaç sözle bütün kulaklar da mest oldu, akıllar da… Zavallı dil bir iki kırıntı buldu da ona daldı. Asıl kaynağı, madeni bıraktı. Hâlbuki aşığın canı o kırıntılardan utandı da, pazarı da bıraktı, dükkânı da bıraktı gitti… [Hz. Pir Mevlana]

Ey cânıma cânânım, ey derdime dermânım.
Âlemlere sultanım, Medet Allah’ım medet.
Bu derdim onmaz gibi, Azrail gülmez gibi.
Umduğum olmaz gibi, Medet Allah’ım medet.
Dünyayı bâki sandım, gaflet içinde kaldım.
Ölüm var imiş bildim, Medet Allah’ım medet.
[245. Mestmp3]

Mektubun başından sızan ayet var ya sözün özü, dinin özü dervişliğin özü bu olsa gerektir… Her yol bu hana çıkar, her kapı bu meydana açılır. Bu devlete ulaşabilmek için yola düşmek, yola girmek gerekir. Böylesi bir yolculuğa çıkmadan kurtuluşa ermek de mümkün değildir. Evet, yola girmek, sabır ve teslimiyetle yolun bütün sıkıntılarına katlanmak gerekir. Yolun adı bellidir. Sırat-ı mustakim: Dosdoğru yol. Çünkü iki nokta arasındaki en kısa yol “dosdoğru” yoldur. Bu yolun bir adı da “tarîk” dir. Bu yol üzerindeki canın adı “sâlik” yolculuğun bir adı ise “seyr u sülûk” dur. Yoldaki cümle işlerimizin makbul olma şartlarından biri de: mazeret, bahane, itiraz çukuruna düşüp kirlenmemiş olmasıdır.

Yine yola düşmek gerek, hasretin yaman efendim
Köz oldu sinede yürek, Aah, duman duman efendim…

Hep ağlamak olmaz ya, sizleri biraz da güldürelim; askerlik günlerimizin iskele-sancak sırasıyla gelen çarşı izinlerine dair bir fıkra kalmış hatırımızda:

Vâkıa, bizim Temel’in askerlik zamanlarından. Bölükteki 40 erin çarşı izninden tam vaktinde dönmeleri emredilmiş. Geç kalanlara çadır hapsi verilecek diye sıkı sıkıya tembih etmiş komutanları. Ancak iyi bir mazeretleri olursa affedilecekler. Ne var ki 40 kişiden 39 u da geç kalmış, mazeretleri ise hep aynı:
– Atla istasyona celeydum. Koşmaktan at çatladı, tren kaçtı, geç kaldum.
Derken sıra bizim Temel’e gelmiş. Komutan,
– Senin de mi atın çatladı, diye sorunca.
– Hayır, demiş. Yoldaki 39 at leşini geçemedum.

İşte böyle efendim, mazeret böylesi bir illet. Dünya ile olan hallerimizde bir işin, herhangi bir geçerli sebep yüzünden yapılamadığı durumlarda mazeret; bilinçli olarak yapılmayıp bu yapılmayışın gizlendiği durumlarda da bahaneye sığınırız… Peki Hak ile olan münasebetimizde mazeretin yer nedir? Ne bizi kulluğumuzda ne mazur gösterebilir? Hangi bahane bizi kurtarabilir?

Şu dünyada gördüğümüz her şey, hepsi bahanelerdir. Ne varsa aşktan ibarettir. Aşk, Allah evidir. Ey Hakk aşığı, sen de o evde oturmaktasın. [Hz. Pir Mevlana]

Bu mazeret tarihi insanlık tarihi kadar eskidir erenler… Hak Teala, Hz. Adem’e secde emrinden sonra mazhar-ı kelam olsun diye şeytan’a sual eyler. – Neden secde etmedin? ilk kıyası yapıp (Beni ateşten onu çamurdan yarattın, ben ondan üstünüm) üstünlük arz ettikten sonra diyor ki: Sen beni nasıl azdırdıysan ben de insanları öyle azdıracağım… [bknz. A’râf, 12-16]

Şeytan, aklın tesiriyle kendi mazeretini öne sürerek azgınlığını Allah’a nispet ediyor. İşte varlık aleminin ilk bahanesi, mazerete bak… Aşk ehli olan bunu söyleyebilir mi efendim? Ne söyler peki;

… Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz… [A’râf, 23]

Onlar, “Ben nefsime, kendime zulm ettim, haksızlık ettim, yazık ettim deyip acziyeti beyan ederler. İşte günahlardaki payını nefsine yükleyip sevdiğine zerre kusur kondurmamayı atamız Hz. Adem’den alırız. Tecelliler ve olaylar karşısında mazeretleri öne sürmeden sahibini hatırlayıp O’na teslim olan insanlar Hz. Adem evladı Hz. İnsan’dır.

Fakat her yaptığı hadisede, başarılara benlikle sarılıp “ben yaptım” diye sarılanlar, bozuk hadiseleri, başarısızlıkları Allah’a mazeret şeklinde beyan edenler ise tevbeden uzak kaldıkları sürece, henüz Adem(as) evladı olamamış canlardır..

Mazeret terazisinin tartamayacağı günah yoktur…

İnsan ile ezelden kavgalı şeytanın önemli hilelerinden biri de, insana hatalarını kabul ettirmemesi, onu hata ve kusurlarına bahane aramaya itmesi ve meseleye bir mazeret bulma yoluna sevk etmesidir yani kendi kusurunu insana satmasıdır. Eğer bir insan, yaptığı hataların kendi hatası olduğunu kabul etmiyor, onlara dışarıdan sebepler arıyor, “şundan dolayı yaptım, bundan dolayı yaptım” diyerek mazeretler arkasına sığınmaya çalışıyorsa, o hiçbir zaman hatalarını telafi edemez. Hatalarını telafi edemediği gibi, günahtan uzaklaşıp “tevbe” ile temizlenemez de…

Dünyevi sıkıntılar, ekonomik krizler, çoluk çocuk, hastalık, geçim derdi,okul, imtihan, iş-güç… mazaret, bahanelerin ardı arkası da hiç kesilmez; Mazeret, “özür dilerim” ifadesindeki duruluğu kirletendir yahu bu mazereti bırakıp acziyetini kabul et! Hem Mevlam “Sen bana varlığını emanet ettin de bizim elimizden mi çıktı?!” buyurursa ne cevap verirsin. Âgah olalım, sığındığımız her mazeret aleyhimize şahit olacak!

Hatta, mazeretlerini ortaya koysa da, o gün insan kendi aleyhine şahittir. [Kıyâmet, 14-15]

Kıyamet günü, artık iş işten geçmiş olacak, ileri sürülecek mazeretler bir fayda sağlamayacağı gibi, yapılanlardan pişmanlık duyma, tevbe etme yoluyla Allah’ı hoşnut etmeye çalışmamız da bizden istenmeyecektir.

Bir gündür o gün ki kendilerine zulmedenlerin mazeretleri de kabul edilmeyecek o gün, tövbe edip yaptıklarından vazgeçmeleri de istenmeyecek artık. [Rum, 57]

Say ki, mühlet verilenlerdensin ve bugün geriye kalan ömrünün, sana tanınan ek sürenin ilk günü… Acziyet ve teslimiyet üzere bir anlaşmaya var mısın?

Ey nefsim! Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince bütün sermâyem gider ve artık kâr ve kazanç sona erer. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allâh Teâlâ bugün de bana ömrümü bağışlayarak ikramda bulundu. Eğer benim ölmemi takdîr etmiş olsaydı, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı sâlih ameller ve çeşitli hayırlarda bulunmayı temennî edecektim. Şimdi kabul et ki öldürüldün ve geri çevrildin. O hâlde bugün günah ve mâsıyete kat’iyyen yaklaşma ve sakın ola ki bu günün bir ânını bile boşa geçirme. Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen ve geri gelmeyen bir nîmettir.

Bir görseydin o günaha batmış olanları: Rab’lerinin huzurunda, mahcupluktan başları önlerine eğilmiş şöyle derken:”Gördük, işittik ya Rabbenâ! Ne olur bizi dünyaya bir kere daha gönder! Öyle güzel, makbul işler yaparız ki! Çünkü gerçeği kesin olarak biliyoruz artık!” [Secde, 12]

Ey nefsim! Seninle huzur-ı ilâhide ahd ü misâk edelim ki; bundan sonra kendimizden ednâ (aşağı mertebede) bir mahlûk görmeyelim. Günahlarımıza gözlerimizi dikelim, aczimizi elimize alalım, aman kapısından aman dileyelim, “rahmet-i ilâhiye”yi bekleyelim, Allah rızâsını elde edelim ve bu ahd ü mîsak üzerine sebat edelim. Ve bir de nefsim! Şayet bizi bir yerde methederlerse sakın bu methi üzerimize almayalım; “Nakış methi, nakkaşa râcidir” diyelim. Zemmederlerse “Elbet bizde bu hal mevcut olmayaydı söylemezlerdi” diyelim; “Allah onlardan razı olsun ki, bizim kulağımıza bunları duyurdular” diyelim.

Evet azizler, Bu cuma ile Receb-i şerifin gölgesi düştü üzerimize… Ziyadesiyle ihtirama layık dört haram ayın ve mübarek üç ayların kesişiminde müstesna bir yeri olan Receb’ül Ferd, rahmetin sağanak halde yağmasına nisbetle “Receb’ül Esabb” diye de bilinir. Durun kalabalıklar bu yol çıkmaz sokak!” nidasına kulak verip “yola girmek” için ne eşsiz bir fırsat, ne münasip bir vakit…

Cenâb-ı Hak lutf u keremiyle cümlemizi son nefesinde yüzünü güldürdüklerinden eylesin. Rabbimiz, bu hikmet ve ibretlerle nefislerimizi muhâsebe edip hâlimize çeki-düzen verebilmemizi, son nefesimizde ebedî vuslatı tadarak kıyâmet gününe bir bayram sabahının huzur ve saâdetiyle, korku ve hüzünden âzâde bir şekilde varabilmemizi nasip ve müyesser eylesin!

Ya Rabbi mazeretim yok, öyle bir günahkârım ki hiç tutar yanım yok, ama sen, sana layık olan halinle muamele eyleyip mahşerde “Bu da benim asi kulumdur” buyurmaz mısın?

Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet, zahir ve batınlarımız hayrola, aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim

Korumalı: Galata Mevlevihanesi’ni Düşünürken

Bu içerik şifre ile korunmaktadır. Görmek için lütfen aşağıya şifrenizi girin: