Ölümden bir şeyler umarak

Yaşamaya alışanlara,
Her can ölümü tadacaktır. Biz, sizi sınamak için gâh şerle, gâh hayırla imtihan ederiz. Sonunda Bizim huzurumuza getirileceksiniz.
[Enbiyâ:35]  

Bekleyin geliyor ölüm usulca, usulca girer koynumuza…
Sükûtu bir mezârın bir derin feryâddır, müdhiş!

Bu müthiş feryadın içinde “her cuma ehline verilen haftalık azıklar” ne oldu buyurdu telefondaki dost, hem ne bilsindi, her cuma güneşten evvel doğup bin hüzünle gönderilmemişler klasöründe beklediklerini…

Belli ki yaşlandık nice hatıralarla gönül sayfamızda, kapı açıldıktan sonra yapılan ilk “ders tarifi” dün gibi aklımızda ve bir de büyülü kelime: “Râbıta-i mevt”… Biz ona “alıştığımız bir şeydi yaşamak” dedik hep. Gün sonunda öldüğümüzü düşünmek üzere yumunca gözlerimizi, dilimiz damakta hep aynı şiiri mırıldandık durduk;

Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.
Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok;
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akar suda aksimizden eser yok.

Daha çocuk sayılacak yaşta ölümün rengini işbu mısralarla öğrettiler.

… Neden sonra teyzemiz geldi hatrımıza, salt aklın eleştirisi deyince… Ankara’nın uzun kış gecelerine sarmalanan sohbetten sonra gelen telefondaki sesin verdiği “ölen var” haberiyle irkildi, çark etmişçesine bir suali sessizce mırıldandı kendi kendine: ” Ölüm var… ama hiç gidip gelen, ölüp dönen yok ki bir haber alsak, ona göre yaşasak”

Gelenler hep sabî geldiler, gidenlerden haber gelmez
Bu bir sırr-ı ilahidir gelen bilmez, giden söylemez

Ağzımızın tadını kaçırsa da şairin izinden yol almaya devam ettik… “İnanmazsan ölüm yok, inanırsan tadı yok” dediği yerde durup aynaya baktık, “Her can ölümü tadacaktır…” ilahi fermanı tam üç kez tekrarlandı mana çivisiyle parçalanan ömür aynasında….

“Zevkleri, ağızlar tadını kaçıran ölümü çokça anınız” çığlığı yetişmeseydi daha çok beklerdik ol şehnaz şarkıya aldanıp:
Feryad ki feryadıma imdad edecek yok
Efsus ki gamdan beni azad edecek yok

Belli ki bir el uzanıyordu asırlar ötesinden, bir cenaze geçiyordu Risaletpenâh Hazretlerinin bulunduğu yerden. Habib-i Kibriya Efendimiz ayağa kalkar, ta’zim gösterir. Ashab şaşkın: “Ya Resulallah o cenaze bir yahudiye ait” derler. Rahmeten lil alemin olan asırlar ötesinden seslenir: “Ama olsun O da bir insan değil mi?” Anla ey insan, rehberi alemlere rahmet olan, anla…

Kıyas yapma, ölünce iş başkalaşır, öl de gör veya ölenden gör…

… Ve sonra derviş kisvesi giydirdiler, ete kemiğe bürüdüler, saldılar fakirini meydane, kahrı û lütfu arasında gidip geldik bir nice …

Bil ki bu iki kelime sufilere ait iki tâbirdir. Onlar bununla kendi hallerini izah ederler. Sufilerin kahr sözünde maksadları, Hakk’ın te’yid ile şahsî isteklerinin fâni kılınması, nefsin arzulardan menedilmesi ve bunlar olurken kendilerine ait bir muradın olmamasıdır. Lutf sözünden maksad, sırrın bekâsı, müşahedenin devamı ve istikamet derecesinde halin karar kılması konusundaki Hakk’ın te’yididir. Bu hususta bir taife vardır ki; Hakk’tan keramet, muradın hasıl olmasıyla bilinir. (Kul neyi dilerse Hakk’ın onu yapması ve dileği kabul etmesi halidir) demişlerdir. Bunlar ehli lütuf olanlardır. Diğer bir taife de şöyle der: Keramet Hakk Teâlâ’nın kulu onun muradından kendi muradına döndürmesi ve muradsız olarak onu kahretmesidir. Öyle ki susuzluk halinde denize gitse (nefsin muradı yerine gelmesin diye) deniz kurur…

Câna cefa ya kıl safâ
Kahrın da hoş lütfunda hoş
Ya derd gönder ya deva
Kahrın da hoş lütfun da hoş
Ey lütfu hem kahrı güzel
Senden hem ol hoş hem bu hoş.

Sözün kısası bizim kendimiz için yapmış olduğumuz tercih hakkımızda belâdır. Ben Hakk’ın beni âfetten muhafaza edeceği nefsimin şerrinden kurtaracağı bir halde bulunmaktan başka bir şey istemiyorum. Şayet Allah (c.c) beni lütfuna mazhar kılarsa, kahrını temenni etmem. Onun tercihi karşısında benim bir ihtiyarım ve tercihim yoktur. (Lütfun da hoş kahrında hoş derim). Muvaffakiyet Allah (c.c) sayesindedir, bize Allah (c.c) kâfidir. O ne hoş bir yoldaştır…

Kahr-ı lütf-u şey’i vâhid bilmeyen çekti azab
Ol azabtan kurtulup sultan olan anlar bizi

Kahır ve Lütuf, Cemal ve celal tecellileri… Celâl, Hakkın kahrı, bütün şekillerin, varlıkların ve vücûdun manen eriyip, Allah’ın tecellî ve zuhuru yâni kendi yüce varlığının bekası mânasına… Hemen cümlesi Haktan, bunlar birer esma, orada kalan müsemmayı göremedi…

Bugün, gökyüzü bizim ay yüzlü sevgilimizin güzelliğine hayran olmuştur. Güneş bile onun yüzünün parlaklığını görmüş de kıskanmış, rengi solmuştur. Varlık sabahında bu mana güneşinden başka güneş yoktur. Var olan her zerreyi, herşeyi O’nun vahdet güneşi aydınlatıyor. O güneş her yere düşüyor, kralın sarayını da, dilencinin kıblesini de o aydınlatıyor. Her sabah, her akşam nice nice şekillere bürünmede. Bu yüzden herbiri öbüründen başka sanılmaktadır. Halil’de lütuf vardı da, bu sebeple ateş kendisine su gibi göründü. Nemrut da kahırdan ibaret olduğu için, ona da su, ateş kesildi. Yusuf, kardeşlerinin gözlerine kurt gibi göründü. Güzel bir kardeş olduğu gizli kaldı. Biri, onun yüzünü seyrederken, güzelliğine hayran olur, parmaklarını keser. Öbürü, “Bu ne kötü kişidir!” der; onun canına kasdeder. [Hz. Pir Mevlana]

Birliği bulan, Tevhide (hatta kelimesine bile) eren, secde edip kurtuldu azaptan… Yolu, ahval-i tevhide varan kalp sahibi oldu, ferah buldu, “Kadere rıza, kederi izale eder” hadis-i şerifine mazhar oldu. Rızada idrâk olmazsa, kişi aklen zorlama ile sabre kalkışır ki, o zaman da sonu bir başka sıkıntıdır. Öyle ya “zorlama ile iş yapan, bahane ile terkeder” İşte kalp sahibi arifler, vücud ülkesine ta böylece sultan olur. Her bir sıfat o kalbe itaat eder…

Kalp sahibinin uzattığı söz uzadı, mânâ dağıldı… O’nun dilemesiyle tamamı ve devamı gönlünüze doğsun, günlerin efendisi Cuma nuruyla, gönül ve ömür haneleriniz bereketlensin de mürîd iken murâd, talib iken matlûb, habib iken mahbûb olasınız ya huu

Hâfızın ölümü

Aldanma Gönül,
Her can ölümü tadacaktır sonra bize döndürüleceksiniz. [Ankebût, 57]

Her cana ki ölümü takdir etmiştir Ezel,
Hakk’ın sevdası ile ölüvermek ne güzel!

Kalbim yine üzgün seni andım da derinden;
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!
Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden,
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!
Senden boşalan bağrıma gözyaşları dolmuş!
Gördüm ki yazın bastığımız otlar solmuş.
Son demde bu mevsim gibi benzimde kül olmuş.
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!

“Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür.” demişler. İnsan bu, unutmak (bir haliyle alışmak) hastalığı ile eksik ve yaralı… Bu yüzdendir ki her dâim bir hatırlatıcıya, bir uyarıcıya muhtaç… Her gün gelip giden gündüz gece, her yıl değişen mevsimler, sonbahar ve kış ile ölümü, bahar ve yaz suretinde öldükten sonra dirilmeyi çağrıştıran ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan insana “ölüm var!” dedirten fırsatlardır.

Bitmez gibi bir zevk verirken beste
Bir tel kopar âheng ebediyyen kesilir

Oysa her gün karşılaştığımız “vefat haberleri” bizlere nebevî bir ifade ile “ölümün ne güzel bir öğüt” olduğunu haykırır durur.

Her fâninin ölümü bir yaprak gibi kopmakta ömrümüzden, hazan mevsiminde kayıtsızca düşen yaprakların kime ne minneti olabilir… Hani insan hiç ummadığı bir anda bir haberle sarsılır ya bir haberle dünyayla olan bağınız kökünden kesiliverir…

İşte öyle oldu erenlerim, göçtü canlar, Hafız Yahya Soyyiğit Hakka yürüdü…

Hamele-i Kur’an, bestekâr, kasidehân, neyzen, Türk Tasavvuf Musikisinde bir gonca gül, bir güzel insan Yahya Soyyiğit (1965 Trabzon-24.10.2010 İstanbul) şimdi Ümraniye Kocatepe’de hayat-ı maneviyyesi ile zinde, O’ndan bir nevâ bekleyenler için ise hamûş oldu erenlerim…

40 yaşında nâsib olan hac farizasının akabinde zuhûr eden beyin kanseri neticesinde “yâr ile vuslat eyleyen” İstanbul Tarihi Türk Musikisi Topluluğu hanendelerinden El-Hacc Hafız Yahya Soyyiğit üstadı dosta doğru uğurladık.

Kendileri, kelâma sığmayan hâl ehli, Ademoğlu Adem bir Melâmi dervişi idi. Cenab-ı Allah’ın Hz. Davud’a verdiği ses, Hz. Yusuf’a verdiği güzellik, Hz. Eyyüb’e verdiği sabır O’na da verilmişti. Kelam-ı Hakla sohbet eder kelamı Hak’dan dinlerdi.

Bu kadar güzelliklerin içinde en çok da tevazusuna hayran olduğum üstadım, ahirette de ne olursun bizi de “ihvân-ı bâ safâ kardeşler” safına alıver…

Aah erenlerim, lezzet o dur ki tatmayan bilmez. Kalplerin lezzeti, üns ve ülfet oluklarından akan feyizli seslerdir, hele bir kulak verin Hazretim Hasan Fehmî Efendi divanından ne söyler:

Firkatin nârıyla yandım Yâ Resullah medet
Vuslatın aşkıyla doldum Yâ Resullah medet
Nice takat getirir ol dil senin medhin duyar
Yandı gönlüm külhan oldu Yâ Resullah medet
Rûz û şeb ağlar dururum çağırırım el-amân
Bâb-ı lütfundan kerem kıl Yâ Resullah medet
Derd senin dermân senindir yoluna bunca gedâ
Onun için can verirler Yâ Resullah medet
“Men Reani” sırrına vakıf oluptur âşıkân
Cümlenin murâdı sensin Yâ Resullah medet

Nefsimin kesret-i cürmünden yüzüm daim siyah
Günbegün artmakta isyan Yâ Resullah medet
Bin hayâ ile kapında TÂLİBÎ şefkat umar
Eyle ihsân kıl şefaât Yâ Resullah medet [261. Mestmp3]

Aşkı cemâl, cemâli nur oldu, nur ile bir oldu, seven sevdiğine perdesiz kavuştu… Geride bıraktığı gözü yaşlı sevdiklerine ise “Seven, sevilen ve sevgi bir oluncaya dek aşk olsun” niyazı kaldı.

Halini sorduğumuzda buyurduğu: “Alvarlı Efe Hazretleri : “Sabır kıl her belaya, rahmet-i Rahman’ı incitme.” diyor. Her belaya sabret, Allah’ı incitme. Demek ki belalar, Allah’ın ehl-i tevhid’e bir imtihanıdır. Eğer sabretmezse, isyan ederse, bu bela nerden geldi, beni mi buldu, ben böyle mi olacaktım derse Rahmet-i Rahman’ı incitirsin diyor. Ehl-i Tevhid “la faile illallah” der. Her fiilin sahibi Allah olursa rahat eder ehl-i tevhid. Bu demek değil ki “Nasıl olsa her fiilin sahibi Allah, o zaman boş ver, aldırış etme!”. Ehl-i Tevhid günün şartlarına göre bu ezalar ve cefalar karşısında ne yapılması gerekiyorsa yapacak ama feryâd etmeyecek, isyan etmeyecek… Rabbim bütün dostlarımızı, kardeşlerimizi, nefsin şerrinden muhafaza eylesin. Hastalıklardan muhafaza eylesin. Hastalık derken hem maddi hastalık, hem de görünmeyen ve esas hastalık olan nefs hastalığından, gaflet hastalığından muhafaza eylesin” satırlar, fakire O’ndan kalan son hatıra oldu…

Ömür tükendi, Yahya Soyyiğit, sabır, tevazu ve teslimiyet ufuklarında hoş bir sedâ bırakarak göçtü efendim…

Ömür tükendi ise Allah başka bir ömür verir. Geçici ömür kalmadıysa işte şuracıkta tükenmeyen, ölümsüz ömür. Aşk, hayat suyudur, bu suya dal! Bu denizin her damlasında başka bir hayat, başka bir ömür var… Ömrünün ölümle sona ereceğini sanma! Bedenin ölür ama sende bulunan gerçek ben “ilahî emanet” ölmez. Çünkü sen Hakk’ın sıfatlarında yaratılmışsın. Allah’a ne son vardır ne de sınır. Ecel, kafesi kırar ama kuşu incitmez. Ecel nerede, ebedî kuşun kanadı nerede? [Hz. Pir Mevlana]

Rabbimiz bizleri de kâinâtı ilâhî muhabbet gözlüğüyle temâşâ eden “ölmeden evvel ölünüz” sırrına ererek hakîkat âlemine uyanan bahtiyâr kullarından eylesin!

Ortada ölüm konuşurken fazla söze ne hacet…
Söze yakışan da ağızların tadını kaçıran ölümü dinleyip sükût libasına bürünmek değil mi?


Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma,
üzerimize gölgesi düşen farizayı Hac,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet,
zahir ve batınlarımız hayrola,


Aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah,
Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim