Cennet Bahçesinden

Mahzûn Dost,
Onlar o kimselerdir ki iman etmişlerdir ve kalpleri Allah’ın zikri ile mutmain olmuş, sükûn bulmuştur. Çok iyi bilin ki kalpler ancak Allah’ı anmakla itminana kavuşur, huzur bulur. [Rad, 28]

Al­lâh’ı zik­re­den kim­sey­le zik­ret­me­ye­nin mi­sâ­li, di­ri ile ölü gi­bi­dir. [Hadis-i Şerif]

Cenâb-ı Hak, kullarından birinin başına velâyet tâcını giydireceği zaman, ona önce zikir kapısını açar. Kalbine zikretme tadını verir. Kul, bu tadı aldıktan sonra, ona Zât’ına yakınlık kapısını açar. Onu ünsiyet, yakınlık ve ülfet makâmına oturtur. Bundan sonra tevhîd kürsüsüne çıkarır. İşte asıl olacaklar bundan sonra olmaya başlar. [Ebu Said El-Harraz]

Ömrünün sermayesin verme yele
Geçti fırsat bir dahi girmez ele
Ey gönül gel Hakkı zikret aşk ile
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem
Bu dem ile devreder devr-ü zamân
Bu dem ile zikreder ins-ü cân
Bu dem ile deyegörsen el-aman
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem
Eğer can arasan ara cânını
Boş yere sarfetme gel figânını
Eğer Ruhsâti isen mâşukun tanı
Zikreyle dem be dem Hakkı bülbülüm

İşte can kulağımıza bırakılan gönül gözün açan, dost kokusun yayan gülistânın davetiyesi:

Güzel aşık cevrimizi çekemezsin demedim mi
Bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi

Çıkalım meydan yerine, erelim Ali sırrına
Can û başı Hak yoluna koyamazsın demedim mi [267. mestmp3]

Gelip geçen bu haftada gönlümüzde yazılı olanların dağınıklığı ve dahi ağırlığı altından kalkamadık, buyrun burdan yakın ateş-i aşkı…

[Nev-Niyâz ve Dedesi]

– Madem okuduk kitaptan… Elimize tesbihi alıp alemin zikrine ortak olalım.

Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm…

– Öylesi de hoştur amma bir kâmil mürşide varmadan olmaz. Bu alemde Hakkın insana tecellisi yine başka bir insan vasıtasıyladır.

Fırsatı kaçırmadan ve tereddüde düşmeden, bu fânî âlemin aldatmacalarından sıyrılmış, kendini tamamıyla Hakk’a teslim etmiş olan kâmil insanın eteğini tut ki, âhir zamanın, şu bozulmuş dünyanın fitnelerinden kurtulasın! Velîlerin sözleri âb-ı hayatla dolu, saf, dupduru bir ırmak gibidir. Fırsat elde iken ondan kana kana iç de gönlünde mânevî çiçekler, güller açılsın. [Hz. Pir Mevlana]

– Hz. Pir Efendimiz’in bir sözü var: “İnsanın halinin aynası, eşi dostu, düşüp kalktığı kimselerdir” buyurmuşlardır. Bu babdan izâhını rica etsek?

– Hz. Ali (kv) Efendimiz de “Herkesin bir miyârı, tartısı vardır, bu ölçü de görüştüğü kimselerdir, halinin aynası, eşi dostudur” buyurur. Öyle değil mi? Bir kimseyi tanımak için onun dost, arkadaş çevresini araştır ve buna göre de hükmünü ver

– Ben zannediyordum ki insan kendini diğerlerinde görür.

– Ayıp cihetiyle öyle… yani birisinde bir fenâlık gördün mü, onu kendinde bil. Meşhur hakîmlerden biri yolda giderken bir deli görmüş. Deli duraklayarak hakime uzun uzun bakmış ve gülmüş. Bunun üzerine hakim, yanında bulunanlara dönüp: Amaan demiş, deliliğe karşı ne kadar ilaç varsa beni onlarla tedavi ediniz! Yanındakiler hayretle sizde cinnet eseri dahi yok. Bu arzunuza sebep nedir? diye sorunca hakim, eğer bu deli bende bir cinsiyet eseri, bir yakınlık görmemiş olsaydı, velev bir an olsun, yüzüme bakıp gülmezdi diye cevap vermiş. Güvercin güvercin ile doğan doğanla uçar. Mesela sen, gece gündüz devamlı olarak hafif, havai, sivri akıllı bir kimseyle ondan zevk alabilir misin? Onun için herkesin düşüp kalktığı ve anlaştığı kendi eşi, dostudur.

– Mü’min mü’minin aynasıdır hadisi şerifini de böylece mi anlamak lazım?

– Sırlar aleminden gelip, sırlar taşıyıp, sırlar alemine giden insanın, bu dünyadaki kısa yolculuğunda, latif canına, kesif teni sır oluyor. Cam ile “sır”ın birleşmesinden ayna meydana geldiği gibi, can ile tenin birleşmesinden de ayna meydana geliyor. Onun için Efendimiz (S.A.V.) “mümin, müminin aynasıdır” buyurmuştur. Gönül aynası bazen kişinin kendisine ayna olur. Bazen mümin kardeşine ayna olur. Bazen de Rabbinin sıfatlarına ayna olur.

– Bu ayna meselesinden kimbilir daha neler yansır…

– Birbirine bakan iki aynanın ortasında durmuşsun, hangi aynaya bakarsan bak, kendinin binlerce suretini görürsün. Her farz namazında, aynı safta, iki ayna hükmündeki müminin arasına durduğunda, sağındaki ve solundaki yüzlerce mümini kendin gibi veya kendini onlar gibi aynı şeyi fısıldarken aynı hareketleri yaparken görürsün. Biz de sual eyleyelim: Neden tekkelerdeki zikir gününe “mukâbele” deniyor?

– Siz daha iyi bilirsiniz, neden?

– Çünkü bütün kardeşler, içlerinde herhangi bir fesat, bir kötülük olmaksınız toplanıp birbirlerine karşı birer ayna gibi olurlar.

– Şimdi de bir ayet yansıdı fakirin aynasına: Onların göğüslerindeki kini çıkarıp atmışızdır; (hepsi) kardeşler(ihvan) olarak divanlar üzerinde karşı karşıya oturur (sohbet eder)ler mealinde …

– Eyvallah Sure-i Hicr’deki bu ayet te tam isabet oldu. Yani cennet ehli olan ihvan misali yüz yüze, karşılıklı (mutekâbilîne) olmak lazımdır ki, “mü’min mü’minin aynasıdır” hükmü üzerine kalp kalbe gıll û gışsız, kin ve hileden uzak, cilâlı bir ayna misali mukâbil olabilsin. Ta böylece tevhid ve ittihadın sırları müşahade olunsun… İşte “mukabele” sözünün asıl manası budur ve bu suretle âriflerin dünyada da cennete olduklarına işaret vardır.

– Cennet öbür dünyada değil miydi ya hu?

– Malumdur ki cennet iki kısımdır. Biri öteki dünyadaki, biri de – seni dahi şaşırtan bu dünyadaki cennet. Ne zaman ki bir kimse “ölmeden evvel ölme” bahtiyarlığına erer yani kendi irade ve arzusuyla ölürse onun vücudu kabri cennet bahçelerinden biri olmuş olur.

– Ölmeden ölen, yeniden doğan Mevlevî dervişinin, başındaki sikkesinin mezar taşı, giydiği beyaz tennuresinin kefeni, sırtındaki siyah hırkasının kabir toprağına işaret etmesi gibi…

– El-hak öyledir… Bu mertebede o kul mârifet cennetine girer ve şuhut gözüyle Hakkı görür. Dünyada öyle bir cennet vardır ki, ona giren, ahiret cennetine iştiyâk duymaz buyrulur…

– Sadrınızdan yansıyanlar fakire bir nutk-u şerifi hatırlattı:

Hak suretidir âlem-i imkân ile âdem
Bundan güzeli nerde ki cennette mi sandın
Her yer ne güzel menba-ı hüsn, insan güzeli
Sen de bu cemâli, huri gılmanda mı sandın
Her yerde, fakat arifin kalbindedir Allah,
Yoksa sen onu arz u semâvâtta mı sandın
Dünyâ diyerek geçme sakın, burdadır her şey
Mîzân ü sırât’ı mutlaka orda mı sandın
Cennet ü dûzah, gamm ü sürür, zulmet ile nûr
Yaptıklarının gölgesi, hâriçte mi sandın
Bilgin sana kıymet, talebin neyse osun sen
İnsanlığı sâde yiyip içmekte mi sandın
Hâlin ne ise müşteri sen oldun o hâle
Noksanı meğer adl-i ilâhîde mi sandın
Fikrim bu benim, virdim ise her lahzada âh
Sen âh-ı ateş-sûzumu beyhude mi sandın
Yeniler her âh ile Ken’’ân ahd-i elest’i
Ahım acaba nefha-yı hâbîde mi sandın

– Demek oluyor ki dünya cennetine girmiş olan ârifler ve dervişler, mukâbele günü bir yerde toplanıp Hakk’ın zikri ve fikri bahçelerinde canlarını ruhaniyet gülleri ve ehadiyet sırları sümbülleri ile gıdalandırırlar. Resulullah Efendimiz:  “Zikir meclisleri, cennet bahçeleridir.” buyurmuşlar. İşte mukâbelede bulunan bu sâlikler, dünya cennetindeki Tûba mesâbesinde olan kâmil insanın vücud ağacı gölgesinde toplanıp O’nun vücud ağacından silkilen irfan ve hoşluk meyvelerini toplarlar. Efendimiz buyuruyor ki: “Cennet ağaçlarından bir ağaç buldunğunuz vakitte gölgesinde oturunuz ve yemişlerinden yiyiniz” Dünyada bu nasıl kâbil olur yâ Resulallah? dediklerinde, ”bir ilim sahibi bulduğunuz vakit, cennet ağaçlarından biribş buldunuz demektir” cevabını vermişlerdir.

Aklın varsa, vahdet dergâhının kapısını görmeden yolda uyuyup kalma! Sığınacağın yer, o meyveli ağacın gölgesinden uzak olmasın. Zirâ kâmil insanın vücudu demek olan o ağacın dallarından aşk ve irfan meyveleri dökülür. Talip ol! Bu meyveler senin üzerine yağsın. [Hz. Pir Mevlana]

– Peki bu aynayı benim gibi günahkar bir kul nasıl kullanmalı?

– Evvelen, gönül aynasını temiz tutmalı ki, başkalarına ayna olasın, sonra gönül aynası tertemiz olanları kendine dost edinmeli ki, kendi hatalarını göresin. Gönül aynasını Kur’an ve sünnetle her an temizleyen ve zikrullah ile cilalayan ve azaları ayna olarak, Efendimiz’in hal ve harekatını bize yansıtan gönül sultanlarına bakarak güzelleşenlere aşk olsun…

– Vakit,  “Zâyî olmuş, anladık; Sen’siz geçen saatimiz.” kelâm-ı kibârının ifâde ettiği hissiyatla, dergâhında  niyaza durmak vaktidir:

“Rab­bi­ni hamd ile zik­ret, sec­de eden­ler­den ol ve ölün­ce­ye ka­dar Rab­bi­ne kul­luk et.” [Hicr, 98-9] em­ri­ne tâ­bî ola­rak ya­şa­maya gay­re­t eden bizleri muhabbetullah iklîminde yaşatıp zikirle gönüllerini ihyâ eden, kalpleri nûr-i ilahî ile ışıldayan, marifet denizinden nasîb alan, lütuf ve kerem tecellîlerine mazhar olan kullarından eyleyiver. Biz kullarını bir nefes bile Yüce Zât’ından gâfil kılma! Yüce Zât’ını kalp ve beden âhengi içinde zikredip gönüllerimizi zikrullâh’ın rûhâniyetiyle doldurabilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eyle…

Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma,
Hazreti Pir’e bayram olan Şeb-i Arûs, Dem-i Hazreti Hüseyin,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet,
zahir ve batınlarımız hayrola,


Aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah,
Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .

Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim

18. Mektup

18. MEKTUP

Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların onsekizincisidir.

1mursidinmektuplari

Zâtının nurundan nur-i evveli halkeyleyen, cümle kâinatı envâr-ı ilâhîyesiyle tezyin eyleyen, nuruna muhatab hazret-i insanı halkeyleyen, nuruyla insanı pür nur eyleyen, âhirde nurunun itmamına kulunu şâhid eyleyen, şehâdet nuruyla cemâlinin nurunu kullarına bahşeyleyen esmâ-ı ilâhîyesinin ve kelâm-ı sübhâniyesinin ve habîbinin nuruyla pür nur olan sırât-ı müstakimini bizlere şeriat, tarîkat, hakikat ve ma’rifet râhı olarak ihsan eyleyen Cenâb-ı zü’l-Celâl, ve’l-Kemâl, ve tekaddes Hazretleri’ne sonsuz hamd ü senâ olsun. Bu hamdin nuruyla gönüllerimiz pür nur olsun.

İnsanlığı zulmetten nura, gamdan sürura, firkatten huzura ve vuslata vesile kılan Cenâb-ı Hakk’ın nurunun mazharı, yaradılan ilk nur, yaradılmışların nurunun nuru, nurun âlâ nur sırrının kandil-i süreyyası, beşir ve nezir, sirâcen münîr, misbah-ı sudûr, gözlerimizin nuru, kalblerimizin sürûrü Efendimiz(sav)’e Cenâb-ı Hakk’ın nuru adedince salât ve selâm olsun. Bu salât ve selâmın nurundan âline ve ashâbına ve etba’ma dahî ikram olunsun.

Gözümün nuru, Cenâb-ı Hakk’ın bu fakîre ihsânı, İhsan Efendi oğlum, Esselâmu aleyküm.

Hak Teâlâ nurunu ziyâde eylesin. Kur’ân-ı Kerîm ve kelime-i tevhîd ile kalbini pür nur eylesin. Nurunla Efendimiz’in nurunu bir eylesin. Cenâb-ı Hakk senden râzı olsun.

İhsan Efendi oğlum, her geçen gün hem hizmetin hem bu hizmete binaen evrâd ü ezkârın artacak. Derler ya, Cenâb-ı Hakk, dağına göre kar verirmiş. İnşâallah bu kar Efendimiz(sav)’in buyurduğu gibi günahlarımızı temizleyip götüren kar suyu gibi olur. Bu da yanımıza inşâallah kâr olarak kalır. Zaten kişi hizmet edebilmek için vird ve zikre muhtaçtır. Çünkü ibadet, zikir ve mücâhede dervişin azığı gibidir. Azık olmadan yola çıkılmayacağı gibi ibâdât ü taat olmadan hizmette muvaffak olmak mümkün değildir. Hele dervişin zikri onun için nefes almak gibidir. Allah muhafaza, kişi taatsiz ve ibadetsiz hizmet etse belki insanlar ondan istifade eder fakat kendisi mânen iflasın eşiğine kadar gelir. Cenâb-ı Hakk’a boyun eğecek, itaat edeceksin ki, kulların hizmetini dimdik ayakta kalarak göresin. Eskilerin tabiriyle taatta dâim olacaksın ki hizmetle kâim olasın.

İhsan Efendi oğlum, Cenâb-ı Hakk verilmiş olan Vird-i Settar ‘ın sırrına ve feyzine eriştirsin. Ma’lûm, Vird-i Settar’ın söylenildiği gibi sabah namazından sonra okunması âdâbdandır. İstersen sabah namazını edâ eyledikten sonra ma’lûm sünnet tesbihâtını yaparsın, dua meyânında Vird-i Settar’ı okuyabilirsin. Yahut Âyet el-Kürsî okuduktan sonra doğrudan Vird-i Settar’a da başlayıp okuyabilirsin. Çünkü virdin sonunda otuz üç Sübhânallah, otuz üç elhamdülillah, otuz üç Allahuekber sünnet tesbihat vardır. Her ikisi de caizdir. Belki ileride mürşidin sana sabah namazı sonrası tesbihat verirse bunlardan sonra Vird-i Settar’ı okuman, dua yerine de kâim olduğundan daha iyi olur. Vird-i Settar çok bereketli bir evrâddır. Evrâd-ı şerîfeler büyüklerin kendi başlarına ictihad ettikleri ve böylece intihâb(seçerek, toplayarak) ettikleri dua kitapları değildir. Seyr u sülûkün kemâlinde ve neticesinde Hakk’a vâsıl olan bu zâtlara Hak Teâlâ kendisinin vâsıl olma sırrını sâliklerine tebliğ eylesin ve böylece bendegânı irşad eylesin deyu ihsanda bulunmuştur. Onlar dahî bu tevhîd ve irfan mektebinde talihlerine bu dersleri okutturmaya mezun olmuşlardır. İşte Seyyid Yahya Şirvanî Hazretleri bu izn-i ilâhîyeye tam ve kâmil olarak mazhar olmuş kitab sahibi zâtlardandır. Dünyanın dört bir tarafında Vird-i Settar okunmakta. Bu vird ile meşgul olanlar Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olma yolunda mesafe almışlardır. Allah cümlesinden razı olsun. Himmetleri üzerimize sayebân olsun.

İhsan Efendi oğlum, mânâda gösterilen o çocuklar senin veled-i kalbindir(kalb çocuğundur). Allah mübarek eylesin. Zîrâ hem bir değil üç çocuk zuhûr etmiş, erkek evlâd olması da ayrı bir sırdır. Oğlum, dervişlik mesleğine giren kişi âdetâ şeyhiyle mânen nikahlanır ve iki kalbin nikâhlanması neticesinde bazen erkek bazen kız çocuğu zuhûr eder. Buna veled-i kalb denir. Veled-i kalbin ahvâlini sana mürşidin âlem-i mânâda sırrıyla anlatacaktır. Şimdi bu satırları kaleme alan fakire yardımcı olan Abdullah kardeşim bu mevzulara âşinâ değil. Ol sebebden teferruatına girmek şu an için mümkün değildir. Zaten meşâyih hazerâtı da bu mevzu’u pek satıra getirmemişler. Halden hale kalbden kalbe bir alışveriştir vesselâm.

Bu mânevi nikâhtan çocuk olmayabilir. Veyahut zât-ı âlinizde olduğu gibi birkaç çocuk da olabilir. Bu, dervişin kabiliyetiyle alâkalı olduğu gibi aynı zamanda bir nasîb işidir. Her halükârda dervişe lâzım olan rıza kapısında isbat-ı vücûd edip, kanaat üzre teslimiyetle sülûkuna devam etmektir. İnşâallah Cenâb-ı Hakk size mürşid olmayı nasîb edecek. Bu haber size müjde gibi de gelebilir, mahzun olmanıza da vesile olabilir. İkisi de doğrudur. Çünkü her mürşid müridinin irşada mezun olmasını ister. Her hocanın talebesini hoca olarak görmek istemesi gibi. Amma mes’ûliyeti, hizmeti ağırdır. Çünkü en zor hizmet insana hizmettir. Bu veled-i kalb(kalb çocuğu) elbette çocuk kalmaz. Çocuk nasıl yaşar, büyür, kalb çocuğu da belli bir kemâle erer. Yalnız bedenî birleşmeden vücûda gelen çocuk gibi değildir. Bedenin ölümü vardır. Bu mânânın ma’rifet meyvesi olan çocuğun ölümü yoktur. Sırrı vardır. Tefekkür et. Bu kadar kâfidir. Ancak şu kadarını ilâve edeyim ki, evliyânın sırrı ile bu kalb çocuğunun alakası erbâbına malûmdur.

Hatırıma gelmişken bir malûmat daha arzedeyim, belki ileride sizden feyiz alan zâtlara bu terbiye sahasında hizmet ederken lâzım olur. Kalb çocuğu kız olursa seyr u sülûkunu tamamlayacağına lâkin başka kişiye seyr u sülük yaptırmaya henüz izin olmadığına işarettir. Amma Allah Teâlâ’nın acayip tecellîleri vardır. Hani nasıl biz dünya hayatında evlâd ediniyoruz veya evlatlık alıyoruz. Bazı kimselere başkasından doğan çocuğun vesayeti verilir ve böylece o kişi çocuk sahibi gibi olabilir. Yolumuzda bu nev’î haller de vardır. Seyr u sülük dışarıdan bakılarak anlaşılan yollardan değildir. Dâhil olanın aldığı zevkin ise ta’rifi mümkün değildir. Ne acayip şeydir ki fakîr de aynı esmâda şeyhimden veled-i kalb sahibi olunduğuma müjde almış idim. Hatta fakîrinki dördüzdü. Daha sonra da iki cihan serveri Efendimiz mânâda teşrif buyurdular, bir yetişkin erkek evlâd verdiler. Şimdi bunu yazan kardeşimiz taaccüble fakîre bakıyor. Amma işte böyle, pîrler seyr u sülûkta dervişlerine seneler evvel göçseler dahî aynı halleri, aynı mertebelerde farklı cilvelerle talim ediyor, yaşatıyorlar. Bunun akıl ile îzahı mümkün değildir. Daha evvel bunları duymuş olsaydın sonra da böyle şeyler görseydin belki hayal mahsûlü diyebilirdin. Amma sen bunları bilmezken “hüve hüve” sine aynı hali yaşatmaları tesadüfle yahut hayalinin yansımasıyla îzah edilebilir mi? İşte pîr yolu ve seyr u sülük aklın mâverasında hal yoludur. Gördüğünüz bu menzil sizi beşinci esmâ’ın sırrına âgâh edecek ve inşâallahu teâlâ, âb-ı Kevser’i bu âlemdeyken Efendimiz’in elinden içmek nasîb olacaktır. Bir nev’î şehâdet şerbeti olan bu Kevser size ebedî hayatiyetin zevkini ve şehâdetini bulduracaktır. Hak celle ve âlâ mübarek eylesin.

Muhterem İhsan Efendi oğlum, tesbihatınız esnasında ve âlem-i mânâda ikram edilen o kokuya bûy-i Muhammedi yahut şemme-i Muhammedi denir. Aynen buyurduğun gibi gül kokusuna benzer ama gül değildir. Öd ile gül arası. Sonra bu koku zât-ı âlinizin vücûd ikliminde de zuhûr edecek, o koku sizde daha farklı bir kokuya tekallüb edecektir(dönüşecektir). İnsandaki parmak izi hiçbir insana benzemediği gibi evliyâullah yolunda seyr u sülük eden dervişlerin kokuları da nev-i şahsına münhasırdır. İnsanın zâhirinde de böyledir. Hiçbir insanın kokusu diğer insanın kokusuna benzemez. Esmâ-i ilâhîyenin letâifiyle bu esmâ’ın kokuları, Efendimiz(sav)’in buy-i Muhammedîleri, pirinden gelen koku ve sende vücûd bulan koku birbiriyle mezcolur, şahsına mahsus bir koku zuhûr eder. Bu dahî acayip bir şeydir. Meselâ, bir Nakşî dervişine bakarsın, aynı pîrden gelen o yolun kâmil dervişlerinin hem kokuları birbirine benzer hem de simaları, hatta oturduklarında mekânlarda neş’et eden koku aynıdır. Daha da acayibi, bir musafaha edip ellerini tutsan tenlerinin sıcaklığı hatta ciltlerinin husûsiyeti bile birbirine benzer haldedir. Halvetîsi, Kâdirîsi hepsi böyledir. Başlangıçta derviş simâsı hiç şeyhine ya da yoldaki büyüklerine benzemez haldeyken seyr u sülûkunda merhale kat ettikçe bir bakarsın ki siması değişmiş, ya mürşidine ya yolundaki büyüklerin simâsına benzemiş. Aslında maddî sahada da böyledir. Bir adamla kadın evlenir, bir müddet sonra karı kocanın sîması birbirine benzemeye başlar. Maddî sahadaki muhabbet bile o alışveriş neticesinde birbirine benzerliği vücûda getirir. Mânevî sahadaki muhabbet de böyledir. Sîmalar, kokular, tavırlar birbirine benzemeye, benzeşmeye başlar. Bizim yetiştiğimiz o eski insanlar birbirlerini kokularından ve simalarından tanır, hemen meşreplerini anlarlardı. Bu sebebden derviş olan kişi aklına estiği gibi koku da sürünemez. Zaten zevk aldığı, kendisine ihsan edilen kokusunun rayihası hasebiyle başka koku süremez hale de gelir. Kendisine eziyet veren kokulardan da öyle kokan mekânlardan da ictinab eder(kaçınır). Daha evvelce zikrettim mi, şu anda hatırlayamıyorum. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’deki Mutaffifin sûresini, kokusunu alarak okumaya gayret et. Bu anlattığım mânânın sırrını orada bulacaksın.

Zuhûr etmişken şunu da ilâve edelim. Cenâb-ı Yakub(as) oğlu Yusuf(as) tarafından Mısır’dan kendisine gömleğin gönderildiği esnada yanındakilere “Yusuf’umun kokusunu alıyorum.” demiştir. Hazret-i Fahr-i âlem(sav) Efendimiz de Üveys el Karanı Hazretleri’nin evini ziyaretinden sonra Cenâb-ı Ayşe Validemiz’e “Burada Rahmânın kokusunu alıyorum.” diyerek işarette bulunmuşlar ve sonra da bu zât-ı âliye hırkalarını göndermişlerdir. Bu hırka İstanbul’da şu sıralar inşa edilen Hırka-i Şerîf Câmii’nin içinde züvvara açık vaziyettedir(Ziyaretçilerin görebileceği şekildedir.). Bendeniz bu vesileyle büyüklerimden duyduğum hatta şâhid olduğum şu müjdeyi de size vereyim: Efendimiz(sav) ile hemen hemen her akşam görüşen bir zâta “İstanbul’daki Üveys el Karanî’ye verildiği iddia edilen hırka-i şerîf hakkında ne buyurursunuz?” diye sordular. O cevap vermedi. Ertesi günü sabah namazından sonra bu soruyu soran zâtlara “Kendilerine sordum, cevaben İstanbullulara hediyemdir.” buyurdular, dedi. Koku mes’elesinden buralara kadar geldik. Şemme-i Muhammedi hakkında daha evvel size ma’lûmat vermiştim. Allah bu kokuyu üzerimizden eksik etmesin.

mutteka
Derviş İhsan Efendi oğlum, halvet her yolda vardır. Tarikatların seyr u sülûkuna göre şekilleri değişiktir. Amma hepsinde müşterek olan hususlar şöylece ta’dad edilebilir: Halvethane beş vakit namaz kılınan mekâna bitişik olacak. Zîrâ halvetnişîn, namaz vakitlerinde kimseyle konuşmamak, hiç kimseye bakmamak kaydı şartıyla cemaate dâhil olur. Hatta bazı tarîklerde mescide yüzünde nikabla çıkar. Namaza durduğu vakit nikabı kaldırır. Namazdan hemen sonra nikabı tekrar indirir. Bu meyânda cemaatle namaz kılmanın ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlatmama herhalde gerek kalmadı. Demek ki kişi cemaate dâhil olmakla cemiyete karışmış olmuyor. Namazda cemaat olma hali halvet ve uzlet neş’esini te’yid ediyor. Bizi benliğimizden alıyor. O halde cemaat kişiye halvet neş’esi verir. Halvette elde tesbih yoktur. Dilde de adetli tesbih yoktur. Ancak mürşidi kendisine belli bir adet tesbihat vermişse ve “Halvette de böyle çek.” dediyse istisnadır. Halvette saat yoktur. Uzanıp yatmak yoktur. Derviş dizleri ağrımasın diye oturduğu yere veya diz arasına yünden, pamuktan ma’mul keçemsi şeyler koyar. Başı düşmesin diye başına destek olan ‘mütteka’ yahut kollarının altına oturur vaziyetini koruması, uyurken de düşmemesi için ‘muin’ denilen değnekler konulur. Böylece âdetâ vücûd oturur haldeyken askıya alınır. Kendisine ne verilirse onu yer, bazen hiçbir şey de verilmeyebilir. İzin almadan halvetten çıkamaz. Çık denildiğinde de “Biraz daha kalayım.” diyemez. Zîrâ halvet ilk başta kişiye çok ağır gelir. Hatta ölmeye râzı olur, “Tek buradan çıkayım.” der amma halvetin zevki kişiyi tamamen istila edince bu sefer de “Öldürseler de çıkamam.” dermiş. Halvette mushaf verilmez. Halvetnişînin eline herhangi bir evrâd ya da kitap da verilmez, zaten ışık yok denecek kadardır. Kendi vücûduyla ve hiçbir şeyle meşgul olmasın, mevhum benliğinden kurtulsun, sadece zâtını tefekkür ve zikr ile meşgul olsun deyu halvet verilir. Efendimiz(sav)’in Hira’da inzivaya çekilmesi gibi. Hira’da mushaf yoktur, belli adette tesbihat yoktur. Kâbe-i Muazzama’ya, Resülullah Efendimiz’in nazarı ve cism-i pâkleri ölçüsünde düşünürsek, yakındır ve Mekke’nin Harem hudutları Kabe’ye dâhildir. Onun için Mekke’nin Harem hudutları içerisinde kılınan namaz ile Kâbe’nin yanında kılınan namaz arasında cemaat haricinde ecir farkı yoktur. Halvetin en önemli âdâbından biri sahih niyettir. Sahih niyet üzre olan derviş halvete girdiğinde “Şu an insanlar benim şerrimden emindir.” hissiyatına sahip olmalı. Şimdi taklidde kalan bazı sofiler, halktan uzlet lâzımdır; halk bizi bozuyor, mâneviyatımıza zarar veriyor diye halvetin kıymetini kendilerince takdir ediyorlar. Bu ahmaklık ve cahillik eseridir. Yani sen iyisin, doğrusun amma “Halk bozuk, uzlet lâzımdır.” diyorsun. Mahlûkatı şedîd, kendisini sahib-i hayır kabul eden kişinin halveti olur mu? Böyle halvet adamı Halvetî yapar mı? Efendimiz(sav)’in “Sizin hayırlınız, insanlardan uzlet eder, kimselerin görmediği bir yerde ibadet taata çekilir ve ‘Yâ Rabbî, benim şerrimden insanları muhafaza et.’diye dua eder.” buyurduğunu büyüklerimiz meâlen bizlere beyân ediyor. Yani niyet bozuk olursa zaten amel sâlih olmaz. Halvet, kişinin niyetiyle de olacak bir amel değildir. Kişi usûlüne uygun ve seyr u sülûkunda mezun olarak halvete dâhil olabilir.

Netice-i kelâm, İhsan Efendi oğlum, halvet, bulmak için uzlete çekilmek değildir. Halvet, bulan adamın bulduğuyla beraber olmak için uzlete çekilmesidir. Hani avâm arasında ne derler? Karı koca mahrem odalarına girdiğinde “Halvet oldular.” denir. Dolayısıyla celvette bulamayan, cemiyette müşâhede edemeyen kişi bir oyuğa, bir deliğe girmekle hayal ettiği hali bulamaz veyahut daha kötüsü, hayal ettiğini bulur ama asıl maksûduna erişemez.

Mürşid gerektir bildire
Hakk’ı sana hakke’l-yakîn
Mürşidi olmayanların
Bildikleri güman imiş

Gözümün nuru İhsan Efendi oğlum! Bir adam gözü açıkken mahlûkatta ve âlem-i hilkatte yani cemiyette Cenâb-ı Hakk’ın nişânelerini göremiyor ise gözünü kapatmakla, yummakla hiçbir şey göremez. Gözünü sırlamak, gördüğünü sırlamak içindir. Tefekkür et. Cenâb-ı Hakk bizleri râzı olduğu hal üzre eylesin. Kalplerimizdeki mâsiva muhabbetini ihraç eylesin. Sadırlarımıza ilhâmât-ı Rabbâniyesini havâle eylesin. Celvette halveti, halvette celveti idrak ile bizleri insan-ı kâmiller meyânına ilhak eylesin.

Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin tıbbı’l-kulûbi ve devaihâ ve âfiyeti’l-ebdâni ve şifaihâ ve nuri’l-ebsâri ve zıyâihâ ve alâ âlihî ve sahbihi ecmaîn. Velhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn.

Selâmetle

*Vird-i Settar, Halvetî pirlerinden Seyyid Yahya Şirvanî Hazretleri’nin tüm Halvetî kollarında okunan evradıdır.

19. mektupta görüşmek üzere…