Bir kaç defa vâki olmışdur ki “İsmullâha” müdâvemet iderken, gaflet müstevlî olur gibi, ‘azîz hazretlerini kalbüm göziyle müşâhede idüp biz “İsm-i evveli” sürerken, anlar mukâbilde “İsm-i sânî”, ki “Allâh” dur, müdâvemet iderler. Bunlara hâtıradur diyü mukayyed olmadum. ••• Yine bir defa “İsmullâha müdâvemet iderken gaflet havâle olur gibi oldı. Ke-enne sag cânibümden bir kimesne bir murassa’ hançer virdi. Kabzası beyâz, gâlibâ yâ incü yâ cevher elmâsdur. Kını dahi murassa’. Kendümi cem’ idüp gözüm açdum, nesne yok. ••• Yine gaflet müstevlî oldı. Yine gördüm ki bir kimesne. Bir altun tabak içinde bir murassa’ bıçak ve bir murassa’ hançer ve bir murassa kılıç öñümde kodılar. ‘Acâ’ib tuhfe ki gözler görmiş degül. Bundan bir mehâbet gelüp kendümi cem’ itdüm, hiçbir nesne yok. ••• Ba’dehû yine bir defa “İsmullâha” müdâvemet iderken gaflet olur gibi oldum. Efendi hazretleri karşumda zâhir olur gibi hayâli musavver aldı. “İsm-i evveli” fakîre müdâvemet iderken anlar “ism-i sânîye” müdâvemet iderler. Hatta “lafz-ı Allâhı” tamâm eyledükde mübârek agızlarından güneş mesâbesinde bir nûr çıkar, yukaru gider. Ba’zı üzerlerine dökülür gibi, üzerlerine altun saçılur gibi gelür. Her bâr “ism-i şerifi” tamam itdükde, böyle fakîre “ism-i evveli” tamâm itdükde, anlar “ism-i sânîyi” tamam iderler. Bu halde iken uyanur gibi oldum. Bir iki defa Hazret-i Habibullahı ‘alem-i rû’yâda gördüm. Efendi hazretleri ile bir yirde otururlar. Çak diz-be-diz olup otururlar, Ke-enne hazret buyurur ki: “Hâ-ene Muhammed, hâtemü’n-nebiyyîn. Hâza Muslihüddin, mahbûb-i Hüdâ, mâ’şûk-i enbiyâ.” Temme.
Başka bir rüya:Bir kaç defa öyle oldu ki İsmullah’ı zikre devam ederken gaflet geldi gibi oldu. Aziz hazretlerini kalp gözüyle gördüm. Ben birinci ismi sürerken onlar karşılarında ikinci isme —ki Allah’tır— devam ederler. Bunları zihin oyunudur diye fazla ciddiye almadım.
*** Yine bir defa İsmullah’ı zikre devam ederken kendimi kaybeder gibi oldum. Güya sağ tarafımdan birisi bir mücevherli hançer verdi. Kabzası beyaz, galiba ya inci ya elmas cevherinden. Kını da mücevherli. Kendimi toparladım, gözümü açtım. Hiçbir şey yok.
*** Yine gaflet geldi, yine gördüm, birisi var. Bir altın tabak içinde bir mücevherli bıçak ve bir mücevherli hançer ve bir mücevherli kılıç koydular önüme. Acayip nadide bir şey ki gözler görmüş değil. Bundan bir huşu gelip kendimi toparladım, hiçbir şey yoktu.
*** Sonra yine bir defa İsmullahı zikre devam ederken gaflet gelir gibi oldu. Efendi hazretleri karşımda belirir gibi hayali biçimlendi. Fakîre birinci ismi sürerken o ikinciyi sürüyor, hatta Allah sözünü tamamladığında mübarek ağızlarından güneş gibi bir nur çıkar yükselir. Bazen de üzerlerine dökülür gibi, üzerlerine altın saçılır gibi iner. Her defa ism-i şerifi tamamladıkça, böyle fakîre birinci ismi tamamladıkça o ikinci ismi tamamlıyor. Bu halde iken uyanır gibi oldum. Bir-iki defa hazret-i peygamberi rüya aleminde gördüm. Efendi hazretleri ile bir yerde oturuyorlar. Böyle diz dize oturuyorlar. Güya hazret buyurdu ki: “işte ben Muhammed, peygamberlerin sonuncusu. Bu da Muslihüddin, Allah’ın sevdiği, nebilerin âşık olduğu.” Bitti.
* Bir diğer rüyâ mektubunda görüşmek üzere hoşça bakın zatınıza efendim…
Ankâzâde Halîl Efendi Köstendilî’nin dervişi Tûti İhsan Efendi’ye yazmış olduğu mürşîdâne mektupların otuzdördüncüsüdür.
Bizim mahdûd âlemimize nisbetle ezel âleminde ruhları huzurunda cem edüp, onları kendisine muhâtab kılıp Rabbimiz olduğunun tasdikini gene bizzat kendi lûtfu ihsanıyla mahlûkatından ilan eden ve bu ahidleşmeye tenezzülen ilâhî imzasını nakşeden Nakkaş-ı âlem, ervâhı yine kudret eliyle ve kendi nakşıyla sûret putesine akıtıp tekrar bu şuhûd âleminde vareyleyen, bu hilkâti kendi ihsan eylediği ahlâkıyla muhafazayı bize bahşeyleyen, Vâcibü’l- vücûd, yegâne Sahib-i ihsan ü cûd, Melik, Vedûd, Hazret-i Allah’a hamd ü senâdan âciziz. Lâkin bu acziyetimizi itiraf, Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ meyânında kabul olunsun.
Ervâh-ı ezelde, ruhlar âleminde cümle ervâha rehnüma ve sözcü olan, “elestü birabbiküm” hitabına husûsî ruh-i Muhammedîyeleriyle ilk önce “belâ” diyerek mukabelede bulunan, âlemden âleme sevkedilen, ruhlara nuruyla vesile olan sirâcü’l münîr, beşîr hem nezîr, enbiyânın hem hâtimi hem hâtemi, nev’î beşerin ekmeli hem mükemmili Efendimiz(sav)’e salât ü selâmdan âciziz. Bu acziyetimizi ikrarımız, Sultan-i enbiyâ Efendimiz’e salât ü selâm makamında kabul ola. Evlâdının, ashâbının ve etba’ının kurbiyyet derecelerine göre, Cenâb-ı Hakk bu niyâzlarımızdan onları haberdâr kılıp ruhaniyetleri dahî bizlerden haberdâr, hoşnud ve râzı ola.
Esselâmu aleyküm Derviş İhsan Efendi oğlum,
Hak celle ve âlâ hazretleri hizmetlerinizi ziyâde eylesin, zâtî nurunu sizlerde müzdâd eylesin. Bu nur ile zâhirinizi, bâtınınızı pür nur eylesin. Tevhîd-i zât, tevhîd-i ef’al sırrına âşinâ eylesin. Bizler için eylediğiniz duaları ve bizlerin de sizlere eylediği niyâzları dergâhında en güzel şekilde kabul eylesin, ihsan Efendi oğlum, kıymetli vaktinizi almamak ve zât-ı âlinizi merakta bırakmamak içün hemen sorduğunuz suâllare cevap mahiyetindeki sözlerime başlamak isterim, Hak Teâla hayırlısıyla muvaffak eyleye.
Evlâdım, size değişik vesilelerle arzettiğim mevzular oldu. Bazen yeni mes’elelerin îzahını yaparken eskiden verilmiş ma’lûmâtı zikretmek mecbûriyeti hâsıl oluyor. Zaten insanın idraki bu hal üzere çalışır. Bir defada duyduğunu yahut okuduğunu anladığını zannetsen de aslında metnin içindeki kelimeleri duymuş veya ne söylenildiğini anlamış olursun. Yani sözü duyar ve o sözü bir daha duyduğunda da hatırlama makamında olursun. Ama idrak etmek için o söz üzerinde düşünmek hatta bu düşüncenin de belli bir kıvama gelmesi için tekrar işitmek veya okumak îcab eder. Hani medreselerde dersi mütalaa ederler ya. Dinlediğin dersi tekrar tekrar mütalaa ederek, üzerinde fikrini teksif ederek(yoğunlaştırarak) hazmedersin. İdrak o hazımdan sonra gelir ve ne acayiptir ki idrak ettiğin şeyi o anki vücûdun yahut hâlet-i ruhiyenle(ruh halinle, o andaki durumunla) anlamış olursun. Halbuki insanın hâlet-i ruhiyesi, aklî ve fikrî terakkisi(yükselmesi ve değişmesi) bir an bile durmaz, devamlı değişir. Esas anlatacağım mevzu’ bu değil amma gene de şöyle bir misal vereyim: Meselâ, dersin ki; şimdiki aklım beş sene evvel olaydı şöyle böyle yapmazdım. Şunu tercih ederdim yahut o zaman anlamamışım şimdi anladım. Amma bir müddet geçtikten sonra şimdiki akıl ve idrakini de beğenmez o sözden de rücu’ edersin(dönersin). Bu, kişinin sözünden cayması değil, o sözü konuştuğu zamanki benliğiyle sonraki zamanda konuştuğu benliği ve idraki arasındaki farktır. Her insan böyledir. Enbiyâ-ı izam hazerâtı(seçilmiş yüce peygamber ve nebiler) müstesna. Çünkü onlar vahy-i Hakk’la ve mutlak hakîkatle konuşurlar. Ol sebebden, onların sözlerinde değişiklik yoktur, amma insanlar onlann kelâmlarını devir değiştikçe farklı farklı anlar ve her farklı anlayışta da sözün başka bir güzelliğini tasdik ederler.
Evlâdım, sohbetlerde dinlediğin veyahut Allah için sohbet ettiğin zâtlarla alışverişte bulunduğun sözleri ve halleri iyi zaptet ve asla aynı şeyler tekrarlanıyor ve bu sözleri daha evvel işitmiştim zannıyla dinleme. Kur’ân-ı Kerîm’de hiç tekrar yoktur. Tekrar gibi görünen âyet-i kerîmeler asla tekrar değildir. Muhakkak bir sebebe mebnîdir(Bir sebeb üzere inşa olunmuştur, bağlıdır.) Hazret-i Pir Muhyiddîn İbnü’l Arabî bu hususu îzah ederken “Müfessir (Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir etme, edebilme ilmine sahip, bu hususta izinli olan, donanımlı olan kimse) ona derler ki; Kur’ân-ı Kerîm’de sûre başındaki ha-mim’lerin her birinin ayrı bir mânâsı olduğunu bile bilir.” buyuruyor. Yani ha-mim diye biz yedi sûrenin başında aynı harflerin tekrar edildiğini düşünürüz. Oysa böyle değil, her ha mim’in o sûreyle yahut başka bir sebebden alakalı muhakkak ayrı ayrı mânâları olduğunu zikrediyor. Bunu da biraz açalım. Kur’ân-ı Kerîm’de herkesin çokça okuduğu ve duyduğu Sûre-i Rahman’ı bilirsin. Bu sûreye “Arûsü’l Kur’ân-ı Kerîm” (Kur’ân-ı Kerîm’in gelini) derler.
Kıyamet gününde mahşer halkına Cenâb-ı Hakk’ın Rahman süresindeki kelâmıyla hitabda bulunacağı rivayet edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in gelini hadîs-i şerîfi mûcibince meşayihten(şeyh efendilerden) yahut dervişândan biri âlem-i cemâle göçtüğünde, kabre defnedildiği gece cemiyette bu sûre okunur. Ehl-i tarîkin âdâbındandır. Zât-ı âlinizin günlük dersleri içerisinde Rahman sûresi olduğu ve bu sûreyi her gün okuduğunuz ma’lûm. Onun için daha fazla teferruata girmiyorum. Şimdi sûre-yi celîleye baktığında hep aynı âyetin tekrar edildiği zannına kapılabilirsin. Halbuki “Febieyyi âlâ i rabbiküma tukezziban” âyet-i kerîmesi her biri, müstakil âyettir. Dolayısıyla her biri müstakil bir mânâ ifade eder. Hem evvelinde geçen âyetle hem bu âyetten sonra gelen âyetle alakalı hakikatlere işaret eden ve asla birbirinin aynı olmayan kelâm-ı Sübhânîdir. Bunun haricinde bu zikredilen âyeti okuduğunda ayrı bir benlik ve vücûda nâil olursun. Sonraki okuyuşunla gene ayrı bir benlik ve vücûda intikal etmiş olursun. Ve bu intikal neticesinde her vücûdun âlemi farklı olduğundan ayrı bir âleme de intikal etmiş olursun. İnsandaki idrak değişikliği âlemlerindeki değişiklikten dolayıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri ve tesbihat, bu yenilenme ve devamlı terakki ile her okuyuşunda o mânâ üzre başka bir âyet olarak tecellî eder ve Allah Teâlâ âlemlerin Rabbi’dir. Yani Rabbü’l-âlemîn’dir. Daha evvelce zikrettiğimiz gibi namazın ilk rek’atında Fatlhâ’yi “Elhamdulilahi Rabbi’l-âlemîn” diyerek okursun, o rek’atın sonunda secdeye varırsın, secdeden kalktığında ayrı bir vücûd, ayrı bir hal ûzre huzura durursun. O rek’atın Fatihâ’sı ile diğer rek’atların Fatihası aynı değildir. Sen muvakkat(geçici, izafî) bir vücûda sahipken bile hiç yerinde durmayan tecellîlere mazhar oluyorsun da tecellilerin sahibi Hak Teâlâ ve O’nun kelâmı aynı yerde durur mu? Dolayısıyla sohbetlerdeki o mânevî alışveriş Cenâb-ı Hakk’ın nuru ve Resûlullah Efendimizin ruhaniyetiyle vücûda geldiğinden aynı şeyi duysan da ne sen aynı benliktesin, ne söylenilen söz daha evvelki duyduğun söz, ne de o sözü sana aktaran aynı ağız. O halde ilk defa dinliyormuşçasına âgâh ol, asla gaflet gösterme.
Cenâb-ı risâlet penâhi(sav) Efendimiz, sahabe-i kiram hazerâtına bazen bir sözü üç kere söylerdi. Bu üç kere zikredişte büyük hikmetler vardır. İlk söylediğinde farklı bir âleme, ikinci ve üçüncü söylediğinde yine farklı âlemlere işaret vardır. Bunu şununla kıyas edebilirsin: Hudeybiye Musâlahâsı’nda, Efendimiz umreyi o sene yapamayacaklarını sahabeye ilan ettiği zaman sahabe-i kirâm hazerâtı şaşkınlıklarından hemen emre icâbet edemediler. İkinci kere îkazda bulundular ve sahabe-i kirâm efendilerimiz gerek hayretlerinden gerekse Efendimiz’in belki sözünü değiştirme ihtimalinden dolayı gene tereddütte kaldılar ve söze o an icâbet edemediler. Bazı rivayetlerde üçüncü kere tekrarladı, bazı rivayetlerde de ikinci kere tekrarladıktan sonra çadırına avdet etti diye zikredilir ve orada zevce-i pâk-i Ümmü Seleme(ra) ile istişarede bulundu. Sonra ma’lûm olan şekil üzre kendileri ihramdan çıktı ve ashabı da Efendimiz’e tâbi oldu. Burada çok mühim bir husus var, onun için bu misali getirdim. Diyor ki İslâm âlimleri: Eğer orada üçüncü kere îkazda bulunsa ve bazıları hâlâ mütereddit kalsa ve Efendimiz’e icâbet etmeseydi, helâklerine sebeb olurdu. Allah muhafaza cezaya ma’rûz kalırlardı. Demek ki sözü bir kere söylemek yahut birkaç kere aynı kelâmı sarfetmek bizler için tekrar veya çok mühim bir hâdise olsa bile, elinde cümle âlemleri kudretiyle bulunduran Cenâb-ı Hakk’ın izn-i ilâhîsi ile konuşulursa, aynı kelâm gibi olsa da, her kelâm müstakil bir âleme ve bambaşka bir ahvâle işaret eylemektedir ve asla tekrar değildir. Zaten kâinatta hiçbir şeyi tekrar yapmak mümkün değildir. Hak celle ve âlâ yarattığını bir daha yaratmamış, yani hilkatinde ikisi aynı olan hiçbir şey halketmemiştir. Her insan tektir. Beşeriyet ve mahlûkiyet(yaradılmışlık) cihetinden tektir yani. Böyle olduğu için insanda da ehad sırrı vardır. El Ehad, mutlak tek Hazret-i Allah’tır ve bu isim Cenâb-ı Hakk’ın zât isimlerindendir. Beşeriyetin ve cümle enbiyânın içerisinde Allah Resulü gibi bir zât yaratılmamıştır. Efendimiz de bu cihetten ehaddir. Bizler de, beşer cinsi olmamız hasebiyle düşünülürse böyleyizdir. Hiçbirimizin parmak ucundaki şekil dahî aynı değildir. Tek olarak yaratılmışızdır. Dolayısıyla değil bir sohbette duyduğun sözün tekrarının mümkün olması, tesbihatını yaparken okuduğun birbirini takip eden iki zikrin bile aynı olması mümkün değildir. “Lâ ilâhe illallah” dedin, o tektir. Hemen arkasından “Lâ ilâhe illallah” dedin. O dahî tektir. Ancak bu teklerin ve birlerin hepsini bir yerde topladığın zaman başka bir kıymet ifade eder. Amma bunu idrak edebilmen için yani hepsini bir noktada buluşturabilmen için her zikrinin birbirinden farklı olduğunu idrak etmen îcab eder. Bu mühim bir sırdır. Üzerinde ciddiyetle mütalaa eyle.
Kalbimin muhatabı, güzel evlâdım İhsan Efendi. Neye niyet neye kısmet derler ya, aslında bu mektûbda daha farklı bir hususu size arzedecektim. Çünkü suâllerinize cevap vermek kastındaydım. Amma başlamışken tarikat erkânındaki birkaç hususu da zikredeyim. Daha sonra inşâallah cevap vermeye gayret edeyim. Meydanda zikir icra olundukta yahut derviş tesbihatına münferit olarak başladığında ilk üç esmâ-i ilâhîyeyi(Allah’ın isimlerinden olan isimleri) yavaş ve müstakil olarak zikreder. Hem meydanda tâlim edilen şekilden hem de size telkin edilen ezkârın şeklinden bunu biliyorsunuz.
Birinci kere okunması tevhîd-i zâta, ikinci kere okunması tevhîd-i ef’ale, üçüncü kere okunması tevhîd-i sıfat veya esmâ’a işarettir. Bu sebebden dolayı zikrullahta, zikrullaha riyaset eden kişi ilk esmâ’a girdiğinde tek başına söyler. Dervişân, yani o anda orada hazır bulunan cemaat ikincisinde yahut üçüncüsünde zikre iştirak eder. Bunun zâhirden misali de mevcuttur. İmam efendi tekbir alır, cemaat o tekbirden sonra tekbir alır ve cemaat imamdan evvel namazda rükû’a veya secdeye varsa yahut evvelce tekbir getirse namaz ifsad olur (bozulur). Cemaatle kılman namazda feyiz imamdan cemaate intikal eder. Cemaati oluşturan kişiler tektir. Amma tek olan, imamda toplanmak mecburiyetindedir. Rahmet ancak böyle nüzul eder. Bir de bu durumun bâtınî sırrı vardır. Bu sırrı size mânâda bildirecekler, siz bu sır zuhûr edinceye kadar arzettiğimiz edebe riayet ediniz. Rahmetten dür olmayınız, feyziniz kesilmesin. Ayrıca size anlattığım bu edebi, ihvan-ı yârânınıza(muhabbet ettiğiniz, devamlı görüştüğünüz kardeşlerinize) anlatınız.
Muhabbetli İhsan Efendi oğlum, suâlinizin cevabına gelince, muhtasar olarak arzedeyim. Havf ve recâ bidâyetteki(başlangıçtaki) dervişin halidir. Havf u recâ ne demektir? Havf, korku, recâ da ümid etmek demektir. Sâlik yola dâhil olmakla beraber henüz birçok şeye muttali olmadığından taklid ve temkin üzredir. Başka bir âleme doğuşun getirdiği acemilikten dolayı korku içerisinde amma diğer yandan bu âlemin güzelliklerine doğduğu için de ümid neş’esindedir. Burada dervişe lâzım olan bu iki hissin ve düşüncenin arasından onu ileriki mertebelere taşıyacak yolu farketmesidir. Bunu yapabilmek tabiî ki kendi kendine olacak şey değildir. Hep dervişe lâzım olduğu üzre evvel söz dinleyecektir. Evhamla hakikati, hayal ile gerçeği böylece tefrik edecektir. Sonra lâzım olan ise ne tek olarak ümid tarafını, ne de korku tarafını düşünmesidir. Korku cihetine giderse ümidsizlik ve evham onu kuşatır, korkularını yenemeyene tecellîler ve perde ardındaki güzellikler gösterilmez. Ayrıca bu kişi hizmet etmeye de muvaffak olamaz. Hem şahsî yani ferdî hem de içtimaî mes’uliyetini yerine getiremez. Bu ise derviş için felakettir. Recâ tarafını görür ve o cihetle çok meşgul olursa söz dinlemekten ve hizmeti yapmaktan yine dûr(uzaklaşır, düşer) olur. Yani birisi korktuğundan âtıl hale gelir, bir diğeri de ümidinden atâlete ve gevşekliğe düşer. Her ikisi de dervişlik hali ve mesleğiyle asla bağdaşmaz. Derviş ibnü’l-vakt’tir. Zamanını nakde çevirdiği için ve vaktini en güzel şekilde değerlendirdiği için safa bulur. Yani sadece recâ ile meşgul olursa kendi müşahedesini kâfi görür(ümid tarafını) . Perdenin önündekiyle meşgul olduğundan ona sütrenin(üstü örtülü olanın, örtülü bulunanın) ardındaki hakikat açılmaz. Mahrum kalır. Zîrâ dervişlik görmektir. Görecek ki kalbi tatmin olsun. Kalbi tatmin olsun ki hakikate vâsıl olsun. Hakikate vâsıl olacak ki ma’rifet zuhûr etsin. Sâlik bu hali râzı olunan tavır üzre geçerse bu sefer onda kabz ve bast hali zuhûr eder. Tasavvuf büyükleri seyr u sülûkta bu hallerin yaşandığı menzile mutavassıt(orta hal, yolun ortası) menzili demişlerdir. Kabz daralmak, bast genişlemek demektir. İnsanların ekserisi bu mefhumları bilmez ve kendilerince tefsir ederler. Hatta dervişlerin sohbetlerinden yahut sofilerin kitaplarından aşıran mukallidler(taklidciler) bu kelimelerin mânâlarını bilmediklerinden ve müşahede ehli olamadıklarından âşinâ olanları güldürecek sözler sarfederler. Kabz halini ibadet ve taat edememe, kalbinde zevk-i mânevi bulamama gibi anlayanlar olduğu gibi bast halini de bunun tam tersine ibadet ve taatta feyizyâb olmak, kalbinde ilâhî neş’e ziyâde bulunmak gibi anlayanlar da vardır. Çok az benzerliğinden dolayı bu sözü maalesef bilmeyenler doğru kabul ederler. Halbuki kabz ve bast bu demek değildir. Küçük lokma haline getireyim, hazmı kolay olsun. Evlâdım, şimdi tahayyül et(Zihninde canlandır, hayal et.). Efendimiz(sav), vahiy geldiğinde yani vahiy derken Cebrail(as) vâsıtasıyla gelen kelâmı kasdediyoruz. Yoksa Allah Resûlü(sav) dâimâ vahy-i Hakk üzre kelâma mazhar olmakta ve dâimâ huzur-i ilâhîde idi. İşte Cebrail(as)kendisine geldiğinde ashâb-ı kirâm efendilerimiz buyuruyor ki: “Resûlullah Efendimiz’in alnında ter birikir, hatta devenin üzerinde bulunduğunda Cebrail ona âyet getirirse o mânevî ağırlığın yükünü üstüne bindiği deve bile taşıyamaz, Allah Resülü’nün sînesini taşıdığı halde devenin ayaklan kuma gömülürdü.” Şimdi zât-ı âlinize sorarım. Hak Teâlâ’nın kelâmına vâsıl olmak bast hali midir? Kabz hali midir? Hâşâ, biz burada Efendimizin halini idrak ediyoruz kasdıyla konuşmuyoruz. Fakat şu misalle bu mes’eleyi hemencecik çözebiliriz. Efendimiz’de görülen o kabz hali âlemlerin genişlemesi ve onu ihâta eden âlemlerin onu sıkıştırması mânâsındadır. Bast hali ise kendisine indirilen o vahyin hemen akabinde ashâbına ve etrafına bu âyetleri okuma halidir. Dolayısıyla kabz hali, bast halinden üstündür. Zîrâ bu daralma yani kabz, bast halinin, ziyâde genişliğin müjdecisi ve o genişlik ve yayılma halinin başlangıcıdır. Yoksa avâmın anladığı gibi kabz ve bast mütalaası seyr u sülûktaki mutavassıt menzilinde bulunan sâlikin haliyle asla alakalı değildir. Bu menzilde derviş kendisinden râzı olunan hal üzre başka bir menzile intikal eder. Bu menzil kâmil mertebesidir. Kâmil menzilinde bulunan sâlik artık kendi hallerine tasarruf edebilme salahiyetine ve bu haller arasında tercih edebilme iznine sahiptir. Lâkin gene imtihanı bitmez. O tercihinden dolayı ya yükselir ya alçalır. Ancak bu mertebedeki alçalma sâir dervişlerin alçalması gibi değildir. Bir kâmilin derecesinden aşağı düşmesi bile diğer insanlar için rahmettir. Meselâ kâmil bir mürşid konuştuğunda ve sohbet ettiğinde aslında bulunduğu makamdan aşağı düşer. Fakat sohbet etmesi ve insanlara irşadda bulunması rahmet olarak tezahür eder. Sonra gene Cenâb-ı Hakk’ın takdiriyle aynı makamına çıkar, avdet eder. Yağmurun buluttan aşağı nüzûl etmesi ve sonra da tekrar o yağmur sularının tabahhur ederek(buharlaşarak) bulut olması ve baş tâcı edilmesi gibi. Yani kâmil bir kere makam-ı aşktan, kemâl derecesinden tasdikini aldıysa o hep kemâl üzre seyreder. Büyük pirlerden biri “Makam-ı aşkta kemâle eren zâtların kabahatlerine bile Cenâb-ı Hakk ecir verir.” buyurmakla işte bu menzile işaret eylemiştir. Evlâdım, İhsan Efendi oğlum, ben de yoruldum, mektubu kaleme alan hattat da artık usandı. İnşâallahu Teâlâ bu mevzu’yla alakalı başka sohbetlerimiz olur ve böylece müşahede ettiğiniz menzilleri idrake vesile olan satırlarımız size ulaşır.
Hak celle ve âlâ ilmimizi yakîn eylesin. Hayırlı ilimlerle bizleri merzûk eylesin. Menzilimizi mübarek eylesin. Seyran-ı sülûklarımızı feth ü âsân eylesin. Aşıklara vuslat nasîb ü müyesser olsun. Ve Hak celle ve âlâ Hazretleri bizleri âşıklar zümresiyle haşreyleyip, cümlesi cümlemizden hoşnud ve râzı olsun. Allah’ın rahmeti, inâyeti ve selâmı üzerinize olsun İhsan Efendi evlâdım.
Mahzûn Dost, Onlar o kimselerdir ki iman etmişlerdir ve kalpleri Allah’ın zikri ile mutmain olmuş, sükûn bulmuştur. Çok iyi bilin ki kalpler ancak Allah’ı anmakla itminana kavuşur, huzur bulur. [Rad, 28]
Allâh’ı zikreden kimseyle zikretmeyenin misâli, diri ile ölü gibidir. [Hadis-i Şerif]
Cenâb-ı Hak, kullarından birinin başına velâyet tâcını giydireceği zaman, ona önce zikir kapısını açar. Kalbine zikretme tadını verir. Kul, bu tadı aldıktan sonra, ona Zât’ına yakınlık kapısını açar. Onu ünsiyet, yakınlık ve ülfet makâmına oturtur. Bundan sonra tevhîd kürsüsüne çıkarır. İşte asıl olacaklar bundan sonra olmaya başlar. [Ebu Said El-Harraz]
Ömrünün sermayesin verme yele
Geçti fırsat bir dahi girmez ele
Ey gönül gel Hakkı zikret aşk ile
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem Bu dem ile devreder devr-ü zamân Bu dem ile zikreder ins-ü cân Bu dem ile deyegörsen el-aman Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem Eğer can arasan ara cânını Boş yere sarfetme gel figânını Eğer Ruhsâti isen mâşukun tanı Zikreyle dem be dem Hakkı bülbülüm
İşte can kulağımıza bırakılan gönül gözün açan, dost kokusun yayan gülistânın davetiyesi:
Güzel aşık cevrimizi çekemezsin demedim mi Bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi … Çıkalım meydan yerine, erelim Ali sırrına Can û başı Hak yoluna koyamazsın demedim mi [267. mestmp3]
Gelip geçen bu haftada gönlümüzde yazılı olanların dağınıklığı ve dahi ağırlığı altından kalkamadık, buyrun burdan yakın ateş-i aşkı…
[Nev-Niyâz ve Dedesi]
– Madem okuduk kitaptan… Elimize tesbihi alıp alemin zikrine ortak olalım.
Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm…
– Öylesi de hoştur amma bir kâmil mürşide varmadan olmaz. Bu alemde Hakkın insana tecellisi yine başka bir insan vasıtasıyladır.
Fırsatı kaçırmadan ve tereddüde düşmeden, bu fânî âlemin aldatmacalarından sıyrılmış, kendini tamamıyla Hakk’a teslim etmiş olan kâmil insanın eteğini tut ki, âhir zamanın, şu bozulmuş dünyanın fitnelerinden kurtulasın! Velîlerin sözleri âb-ı hayatla dolu, saf, dupduru bir ırmak gibidir. Fırsat elde iken ondan kana kana iç de gönlünde mânevî çiçekler, güller açılsın. [Hz. Pir Mevlana]
– Hz. Pir Efendimiz’in bir sözü var: “İnsanın halinin aynası, eşi dostu, düşüp kalktığı kimselerdir” buyurmuşlardır. Bu babdan izâhını rica etsek?
– Hz. Ali (kv) Efendimiz de “Herkesin bir miyârı, tartısı vardır, bu ölçü de görüştüğü kimselerdir, halinin aynası, eşi dostudur” buyurur. Öyle değil mi? Bir kimseyi tanımak için onun dost, arkadaş çevresini araştır ve buna göre de hükmünü ver
– Ben zannediyordum ki insan kendini diğerlerinde görür.
– Ayıp cihetiyle öyle… yani birisinde bir fenâlık gördün mü, onu kendinde bil. Meşhur hakîmlerden biri yolda giderken bir deli görmüş. Deli duraklayarak hakime uzun uzun bakmış ve gülmüş. Bunun üzerine hakim, yanında bulunanlara dönüp: Amaan demiş, deliliğe karşı ne kadar ilaç varsa beni onlarla tedavi ediniz! Yanındakiler hayretle sizde cinnet eseri dahi yok. Bu arzunuza sebep nedir? diye sorunca hakim, eğer bu deli bende bir cinsiyet eseri, bir yakınlık görmemiş olsaydı, velev bir an olsun, yüzüme bakıp gülmezdi diye cevap vermiş. Güvercin güvercin ile doğan doğanla uçar. Mesela sen, gece gündüz devamlı olarak hafif, havai, sivri akıllı bir kimseyle ondan zevk alabilir misin? Onun için herkesin düşüp kalktığı ve anlaştığı kendi eşi, dostudur.
– Mü’min mü’minin aynasıdır hadisi şerifini de böylece mi anlamak lazım?
– Sırlar aleminden gelip, sırlar taşıyıp, sırlar alemine giden insanın, bu dünyadaki kısa yolculuğunda, latif canına, kesif teni sır oluyor. Cam ile “sır”ın birleşmesinden ayna meydana geldiği gibi, can ile tenin birleşmesinden de ayna meydana geliyor. Onun için Efendimiz (S.A.V.) “mümin, müminin aynasıdır” buyurmuştur. Gönül aynası bazen kişinin kendisine ayna olur. Bazen mümin kardeşine ayna olur. Bazen de Rabbinin sıfatlarına ayna olur.
– Bu ayna meselesinden kimbilir daha neler yansır…
– Birbirine bakan iki aynanın ortasında durmuşsun, hangi aynaya bakarsan bak, kendinin binlerce suretini görürsün. Her farz namazında, aynı safta, iki ayna hükmündeki müminin arasına durduğunda, sağındaki ve solundaki yüzlerce mümini kendin gibi veya kendini onlar gibi aynı şeyi fısıldarken aynı hareketleri yaparken görürsün. Biz de sual eyleyelim: Neden tekkelerdeki zikir gününe “mukâbele” deniyor?
– Siz daha iyi bilirsiniz, neden?
– Çünkü bütün kardeşler, içlerinde herhangi bir fesat, bir kötülük olmaksınız toplanıp birbirlerine karşı birer ayna gibi olurlar.
– Şimdi de bir ayet yansıdı fakirin aynasına: Onların göğüslerindeki kini çıkarıp atmışızdır; (hepsi) kardeşler(ihvan) olarak divanlar üzerinde karşı karşıya oturur (sohbet eder)ler mealinde …
– Eyvallah Sure-i Hicr’deki bu ayet te tam isabet oldu. Yani cennet ehli olan ihvan misali yüz yüze, karşılıklı (mutekâbilîne) olmak lazımdır ki, “mü’min mü’minin aynasıdır” hükmü üzerine kalp kalbe gıll û gışsız, kin ve hileden uzak, cilâlı bir ayna misali mukâbil olabilsin. Ta böylece tevhid ve ittihadın sırları müşahade olunsun… İşte “mukabele” sözünün asıl manası budur ve bu suretle âriflerin dünyada da cennete olduklarına işaret vardır.
– Cennet öbür dünyada değil miydi ya hu?
– Malumdur ki cennet iki kısımdır. Biri öteki dünyadaki, biri de – seni dahi şaşırtan bu dünyadaki cennet. Ne zaman ki bir kimse “ölmeden evvel ölme” bahtiyarlığına erer yani kendi irade ve arzusuyla ölürse onun vücudu kabri cennet bahçelerinden biri olmuş olur.
– Ölmeden ölen, yeniden doğan Mevlevî dervişinin, başındaki sikkesinin mezar taşı, giydiği beyaz tennuresinin kefeni, sırtındaki siyah hırkasının kabir toprağına işaret etmesi gibi…
– El-hak öyledir… Bu mertebede o kul mârifet cennetine girer ve şuhut gözüyle Hakkı görür. Dünyada öyle bir cennet vardır ki, ona giren, ahiret cennetine iştiyâk duymaz buyrulur…
– Sadrınızdan yansıyanlar fakire bir nutk-u şerifi hatırlattı:
Hak suretidir âlem-i imkân ile âdem
Bundan güzeli nerde ki cennette mi sandın
Her yer ne güzel menba-ı hüsn, insan güzeli
Sen de bu cemâli, huri gılmanda mı sandın
Her yerde, fakat arifin kalbindedir Allah,
Yoksa sen onu arz u semâvâtta mı sandın
Dünyâ diyerek geçme sakın, burdadır her şey
Mîzân ü sırât’ı mutlaka orda mı sandın
Cennet ü dûzah, gamm ü sürür, zulmet ile nûr
Yaptıklarının gölgesi, hâriçte mi sandın
Bilgin sana kıymet, talebin neyse osun sen
İnsanlığı sâde yiyip içmekte mi sandın
Hâlin ne ise müşteri sen oldun o hâle
Noksanı meğer adl-i ilâhîde mi sandın
Fikrim bu benim, virdim ise her lahzada âh
Sen âh-ı ateş-sûzumu beyhude mi sandın
Yeniler her âh ile Ken’ân ahd-i elest’i
Ahım acaba nefha-yı hâbîde mi sandın
– Demek oluyor ki dünya cennetine girmiş olan ârifler ve dervişler, mukâbele günü bir yerde toplanıp Hakk’ın zikri ve fikri bahçelerinde canlarını ruhaniyet gülleri ve ehadiyet sırları sümbülleri ile gıdalandırırlar. Resulullah Efendimiz: “Zikir meclisleri, cennet bahçeleridir.” buyurmuşlar. İşte mukâbelede bulunan bu sâlikler, dünya cennetindeki Tûba mesâbesinde olan kâmil insanın vücud ağacı gölgesinde toplanıp O’nun vücud ağacından silkilen irfan ve hoşluk meyvelerini toplarlar. Efendimiz buyuruyor ki: “Cennet ağaçlarından bir ağaç buldunğunuz vakitte gölgesinde oturunuz ve yemişlerinden yiyiniz” Dünyada bu nasıl kâbil olur yâ Resulallah? dediklerinde, ”bir ilim sahibi bulduğunuz vakit, cennet ağaçlarından biribş buldunuz demektir” cevabını vermişlerdir.
Aklın varsa, vahdet dergâhının kapısını görmeden yolda uyuyup kalma! Sığınacağın yer, o meyveli ağacın gölgesinden uzak olmasın. Zirâ kâmil insanın vücudu demek olan o ağacın dallarından aşk ve irfan meyveleri dökülür. Talip ol! Bu meyveler senin üzerine yağsın. [Hz. Pir Mevlana]
– Peki bu aynayı benim gibi günahkar bir kul nasıl kullanmalı?
– Evvelen, gönül aynasını temiz tutmalı ki, başkalarına ayna olasın, sonra gönül aynası tertemiz olanları kendine dost edinmeli ki, kendi hatalarını göresin. Gönül aynasını Kur’an ve sünnetle her an temizleyen ve zikrullah ile cilalayan ve azaları ayna olarak, Efendimiz’in hal ve harekatını bize yansıtan gönül sultanlarına bakarak güzelleşenlere aşk olsun…
– Vakit, “Zâyî olmuş, anladık; Sen’siz geçen saatimiz.” kelâm-ı kibârının ifâde ettiği hissiyatla, dergâhında niyaza durmak vaktidir:
“Rabbini hamd ile zikret, secde edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk et.” [Hicr, 98-9] emrine tâbî olarak yaşamaya gayret eden bizleri muhabbetullah iklîminde yaşatıp zikirle gönüllerini ihyâ eden, kalpleri nûr-i ilahî ile ışıldayan, marifet denizinden nasîb alan, lütuf ve kerem tecellîlerine mazhar olan kullarından eyleyiver. Biz kullarını bir nefes bile Yüce Zât’ından gâfil kılma! Yüce Zât’ını kalp ve beden âhengi içinde zikredip gönüllerimizi zikrullâh’ın rûhâniyetiyle doldurabilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eyle…
Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma,
Hazreti Pir’e bayram olan Şeb-i Arûs, Dem-i Hazreti Hüseyin,
ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet,
zahir ve batınlarımız hayrola,
Aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah,
Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler
Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .
Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle
Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
huzur bulasınız efendim