Söyleşi Kayıtları’ndan


Uyanış
Aydınlanma
Kendini Gerçekleştirme

– “Gerçekleşme” kelimesini kullandığınızda ne demek istiyorsunuz? Zira çoğu insanın bunu, bir tür anlayış, idrak olarak kavrama eğiliminde…

‘Gerçek’ ve bu kelimeden türeyen ‘gerçekleşme’ kelimelerine bir bakalım: Bâtında bir meknûz bir gerçek var ve bu gerçeğin mânâsı zaman ve mekânda zâhir olunca gerçekleşme olarak görünüyor; tohumun meyveye durması gibi…

– Peki bu gerçekleşme, bu farkındalık kendini zamanla ortaya çıkaran bir şey mi, yoksa farkındalığın bir öncülü var mı?

Zaman içinde Öz’ün farkına varılmadığı, gerçekleşmediği bir an var mı? Olup durur…

Ama sen kendinin ne olduğunu sanıyorsan o asla kendini gerçekleştirmeyecek.

Zihinde bir fikir veya san-al bir nesne nasıl gerçekleşebilir?

Burada aydınlanmanın anlamı, bilincin, yüzeyde bir kez bir nesne-ilişki-faaliyetle özdeşleştikten sonra kaynağa geri dönmesi, zamandayken bir anda sonsuzluğu hissetmesidir; bilinç, vâr olduğunun bilincine varır.

Işık perdeye uğramazsa ışığa döner…

Tasavvuf zevkindeki gizli hazinenin, bilinmekliği sevmesi, ‘marifetullah’ tam da budur.

Fakat  ‘Ben olan Ben’ asla aydınlanmış ya aydınlanmamış değildir, her an nasılsa öyledir.

Onun hakkında ne söylerseniz söyleyin, o her zaman cümle aydınlanma-aydınlanmama fikriyâtından önce gelir.

Bunların hepsi bir yığın kavram ve kavramların gerçekliği yoktur.

– Aydınlanmadan önce de aynı şekilde var olduğunu söyleyebilir misiniz yani öncesi ve sonrası arasında değişen ne?

Kimlikte adı yazılı psikolojik bir süreç olarak, bir düşünceden ibaret olan Benlik asla aydınlanmış ya da aydınlanmamış değildir zira varlık yüzü görmüş değildir.

Bu anlamda, herhangi bir şeyin farkına varan “hiç kimse” yok, aydınlanmanın bir parçası olan sen-ben bile.

Bilemiyorum belki de nihai feragati, mutlak teslimiyeti kastediyorsunuz…

Maneviyat dediğimiz, örgütlü dinler olarak bildiğimiz yapıların çoğu, hikayeyi değiştirerek ve sonucu iyileştirmeye çalışarak filmdeki bir karakteri mükemmelleştirmeye çalışmakla meşguldür.

Gelişme, iyileştirme veya değişme arzusuyla dolu olmadığınızda, olduğunuz şeyden kurtulmanın, bütünden çıkmanın artık bir yolu olmadığını ve hiçbir zaman da olmayacağını gerçekten görürsünüz.

Asla
Zaten
Olduğunuz
Şey
olamazsınız!

Olduğunuz şeye dönüşemezsiniz!

Bu aydınlanma, birinin deneyimleyebileceği yani birine “olan” olup biten bir şey değil, sadece bir şimşek çakması bir “ahaaa, demek öyle” ânıdır.

Olduğunuz şeyin zaten her zaman olduğunuz ve her zaman olacağınız şey olduğunu apaçık görmektir.

Olduğunuz şey olarak zamanın dışındasınız. Zaman sizin sâyenizde ve ancak sizin zihninizde var; zaman sâdece sizin o mekanda ne olarak göründüğünüzü anlık olarak yansıtır.

– Ama biz de kendimizi değiştirmeye gayret etmeyelim mi?

Ne varsa kurgu filmindir…

Ve bu filmde değişim büyük yanılsamadır…

“Uyanık Hayat” filminde meydana gelen birçok değişim vardır.

Bir fincan kahve ya da bir bardak çay içerseniz bir değişim olur.

Arabanıza neredeyse biri çarpıyorsa ve adrenalin sisteminize hücum ediyorsa, bir değişim söz konusudur.

Hormon canavarının işbaşında olduğu bir ergenseniz veya adet öncesi veya menopoz dönemindeki bir kadınsanız, birçok değişim vardır.

Kan şekeriniz düşerse bir değişim olur.

Bulutlu bir günde güneş çıkarsa bir değişim olur.

Ama birincil, temel yanılsama, bu değişimlere “sahip” bir kimsenin olduğu veya değişen bir nesnenin olduğudur.

Varlığın büsbütün akışı olan hayatta bir şeyin görünebilmesi için iki uç arasında, seviye farklılıkları arasında bir akış gerekir.

Pencere açılır oda havalanır, içeri girer ve dışarı çıkar…
Bütünde elbette hiçbir şey değişmez.

Tıpkı alevin, balmumunun gaza dönüşümü olması gibi, sen ve ben de havanın, suyun, ışığın, biftek ve sütün başka bir şeye dönüşümüyüz.

* Zat-Varlık
** Sıfat-Renk-Özellik-Hâl
*** Fiil-Eylem-Akış

Zaten varlık tek olduğu için, bazı hâller arasında bir eylem akışı oluyor. Yoksa bir nesne ya da kimse varlık olarak ikinci bir şeye dönüşmüyor.

Ve her şey olanın, bir şey olarak tecellîsi yani görünümü yalnızca zıddını da zuhûra getirerek ve çift kutuplu yapıda, ikili birli olarak ortaya çıkabilir.

Çektiğimiz acı, aşağısız bir yukarı istemekten, hep güneş ışığı aramaktan, kesintisiz mutluluk ummaktandır.

Hayır, filmin tasarımı böyle değil…

– Arzuladığın her şeyi elde etmek… İşte bu cennet değil mi?

Aslında bundan daha büyük bir cehennem yoktur.

Bize cennet diye anlattıkları, sürekli tatmin edilen bir arzunun hüküm sürdüğü yer olsa olsa ateştir.

Hem sürekli bir ferahlık, genişleme ya da sürekli bir zevk olsaydı, bu artık hiç de zevkli olmazdı.

Eğer sonsuza kadar süren bir orgazm olsaydı, bu hızla acıya dönüşürdü; tıpkı malum reklamlarda erektil disfonksiyon ilaçları için uyardıkları altı saatlik tehlikeli ereksiyonlar gibi.

Eğer 24 saat boyunca çikolatalı kek yemek zorunda kalsaydınız, beş dakika boyunca keyif veren şey bir saat içinde muazzam bir acıya dönüşebilirdi.

Sürekli zevk diye bir şey yoktur, olsaydı da hiç zevkli olmazdı.

Çiçek açar ve sonra kapanır. Kıvrılıp yorganın altına saklanmaktan keyif duyarız. Bazen kapanmak bazen de açılmak isteriz.

Elbette bazen çiçek açıp bazen solacağız…

Filmlerden keyif alıyoruz. Eğlencelidirler hatta aydınlatıcı bile olabilirler.

Bâzen kendimizi bir hikâyenin içinde kaybetmek isteriz.

Ama her filme iyi ve kötü, gözyaşı ve gülücük, korku-komedi-dram yerli yerince serpiştirilmiştir ki seyir zevki bu çeşitlilikten gelir.

Sürekli genişleme ya da sürekli farkındalık diye bir şey yoktur.

Ve herhangi bir genişleme deneyimi her zaman uyanık yaşamın rüya gibi filminin, yansımalar ve görünüşler dünyasının bir parçasıdır.

Hiçbir şeyin katı ya da sabit olmadığını, her şeyin boş olduğunu, var olan tek şeyin birlik olduğunu gerçekten gördüğümüzde, artık hayatla savaş halinde değiliz.

“Her zaman” uyanık olmaya çalışmıyoruz.

Ancak bu keşfi aradığınız her yer, çok uzaktadır.

Bunu başarmak için yapacağınız her şey, çok fazla ve çok geçtir.

Zira bu yakından bile yakındır, şah damarından yakın sana, sen sandığından bile çok daha yakındır

– Fenâfillah’a, Nirvana’ya bir adım kala… Bu bırakış, bu nefes veriş sanki egonun son nefesi gibi bir şey…

İlk nefesinden haberdar olandır
Son nefesinden de haberdar olacak olan

İlk ve sonuncu arasında hiç değişmeden kalan yine O

Yani hiçbir zaman nefes alan bir ego olmadı. “Son” nefes diye bir şey yoktur çünkü “ilk” nefes diye bir şey yoktur.

Bunda bir süreç yaratmayın zira ortada bir süreç yoktur. Bir süreçten bahseedebilmek için başlayan ve biten bir olay gerekir.

Yalnızca olduğunuz şeyin tek gerçek olduğunu ve duyusal olan her ne ise, ona hiçbir zaman dokunmadığını görürsünüz.

Ve bu yeni bir şey değildir, kadîm ve sonsuzdur yani hem ezelî hem ebedî; evvel ve âhir kendi…

Sadece bu:
“Âha, işte bu ya, sonsuz”

Allah
Vahid
Ehad
Samed

Allah sonsuz
Evrene kaç sonsuz sığar
Bir tek

İşte var olan tek şey sonsuzdur ve bu bir deneyim değildir, bir olay değildir.

– Çoğu kişinin ortak anlayışı şudur: “Ben bilinçliyim, benim özelliklerimden biri de bilinçtir.”

Dolayısıyla “mülkiyet” fikrinden, bilince sahip olma fikri mi çıkıyor?

İşte bütün bunlar ayrılık hissi yüzünden olur.

Sonuçta ilkin ayrı-bağımsız bir kişi olma duygusu ortaya çıkar ki bu yanlış görünse de tertib-i ilâhî icâbı pek gereklidir…

– Demek istediğiniz şu mu: “Bilinç, bir kişi rolünü oynar ancak bilince ‘sahip olan’ bir kişi yoktur.”

Evet eğer tüm bunların içinde herhangi bir sahiplik varsa, o da bir kimseye “sahip olan” bilinçtir, hem bütün kimseler rolünü oynar hem bütün nesneler olarak görünür.

– Yani bilinç her an bir görüntü bir sûret mi yaratıyor?

Bu demde zevkimiz yaratmak değil
Şuradakini buraya koymak hiç değil
Ki böylece teselli yerine tecellî buluyoruz…

Yaratıcı yok, yaratılış yok.

Yalnızca tek bir benlik, tek bir varlık ve bu varlığın zat-sıfat-fiil devriyle hayal-tezgâhında ortaya çıkışı yani tecelli vardır; işte bu sonsuz bir açılımdır.

Yegâne varlığın dışında hiçbir şey olmadığından bağımsız bir yaratıcı ya da yaratım olamaz.

Bu açılım, bilinç olarak “Ben”, “Ben varım” düşüncesine dönüşür.

“Ben varım” düşüncesinden, “Ben zaman içindeki bir nesneyim” hissi doğar.

Bütün bunlar Varlığın ortaya çıkışının, noktanın açılımın birer mevsimidir.

– Görünüşe göre üç seviyeden bahsediyorsunuz:
“Ben”, “Ben var-ım” ve “Ben buyum”.

Bütün bunlar sâdece birer kavram ve kavramsal olmayan tek şey Varlık’tır, Öz-benlik’tir.

Ve kavramlara, olaylara sonsuz açılardan bakabilir ve bu süreçte yeni ve farklı kavramlar yaratabilirsiniz. Ama bu hiçbir izâhât gerektirmez!

Oysa bu bir demlik zevk
Ve zevk sâdece tadılabilir

Bu yalnızca bir görme meselesidir.
Yüzeydeyken tam merkeze yönelmek, Öz-Benliğimiz olarak Varlığın tek başına gerçeklik olduğunu ve bu gerçekliğin tüm varlık ya da yokluk fikirlerinden ve ona dair kavramlardan önce geldiğini görmektir, Subhanallah biraz da bu demek…

Zira zihinde ortaya çıkan her fikir kurgudur.

Kurgudan, fikirlerden önce gelen şey, sizsiniz.

Allah’ın zâtını DÜŞÜNMEK’ten men edilmesinin hikmeti budur

“Daha net” bir kavram yaratmak için bir kavramı başka bir kavramla değiştirmek pek de bir avantaj değildir.

Bu bizim zevkimiz olan anlayışın bir parçası değil.

Bahsettiğimiz şey, sizin ne olduğunuzdur ve bu, onun nasıl işlediğine dair anlayış veya bilgi gerektirmez.

Sadece kendi doğrudan deneyiminle izle ve gör!

Varlık her şeydir ve olup biten her şey yalnızca Varlık’ta, Varlık ile, Varlık olarak ve Varlık tarafından gerçekleştirilir; bu evde yabancı yoktur, bu yüzden Kâbe Allah’ın evi, gayrıdan boş…

– Ama insanlar buraya geliyor çünkü anlamak, hikâyenin dışına çıkmak, bir şeylerin farkına varmak için içlerinde zonklayan bir dürtüleri var.

Evet farkındayım, insanlar bir çıkış yolu bulmaya geliyorlar ve ben onlara çıkış yolunun olmadığını gösteriyorum.

Ne güzel değil mi?

Çıkış fikrinin, “çıkış yoluna ihtiyacı olan” öyle birinin var olduğuna dâir körü körüne bir inançtan kaynaklandığını görmeye gelebilirler.

Zira kimseye hiçbir şey veremem, kimseden hiçbir şey alamam.

Varsa yoksa belki biraz ayna tutmak…

Kendilerini ne sandıklarından bağımsız olarak

Onlara oldukları şeyin hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını, zâten oldukları şeyi bırakmalarına gerek olmadığını gösterirsem, bildikleri hiçbir şeyin, aslında kendileri olmadığını doğrudan görebilirler.

Bu anlamda biz Âdem’in çocukları değil, idrâkin, algının çocuklarıyız.

Mutlak algılayıcı olmasaydı hiçbir şey mevcut olmazdı.

Göreceli algılayıcı olan kişi bile algılama eyleminin bir parçasıdır.

Ve gölgede olanın gölgesi olmaz…

Algılayanın fikirleri, algılama eylemi ve algılanan nesne, bu farkındalığın yalnızca bir yönüdür.

Açılım, yegâne Varlığın büsbütün akışı, bir işleyişi olsa da Varlık her zaman mutlak dinginliktir ve herhangi bir açılım tarafından dokunulmadan kalır.

İnnallâhe le ganiyyun anil âlemîn
Şüphesiz Allah âlemlerden münezzehtir.
[Ankebût:6’dan]

Nihâyetinde gerçekmiş gibi hissedilse de hiçbir şeyin açılımı yok; lâ-tecelli, eşyâ varlık kokusu almadı yâni aslında bu bile zihin mahsulü bir kavram işte…

Mesela bir ateşi karıştırmak için bir çubuk kullanmakla ilgili R. Maharshi, bir kavramı başka bir kavramı ortadan kaldırmak için kullandığınızı ve sonra her ikisinin de o ateşe atıldığını söylemiştir.

Bütün bunlar sadece olduğunuz şeyin bir kavram olmadığını görmek içindir.

Ve bu mutlak deneyim ancak tamamen boşlukta olduğunuzda, tutunacak biri, tutunacak bir şey kalmadığında görülür; ancak o zaman ikinci yoktur.

Śumme denâ fetedellâ
Fekâne kâbe kavseyni ev ednâ
Sonra yaklaştı, yakınlaştı yakından yakın
İki yay kadar araları ya daha yakın
[Necm:8-9’dan]

Miraç ayeti, biraz buna işaret eder…

Algılanacak bir şey kalmadığında, geriye kalan hâlâ sizin zâten olduğunuz şeydir.

Bu tam boşlukta, olduğunuzu ya olmadığınızı söylemek bile mümkün değildir.

Yani şimdi bile olanın olduğunun ve olmayanın olmadığının farkında olarak, bir şeye dair bir fikriniz ya da algınız olmadan bile varsınız değil mi?

Hatta “Sen” olma hissi artık var olmadğında bile, sen heman yine olduğun gibi kalırsın.

– Bunu görmek büyük bir adım, derin bir bakış açısı değişikliği.

“Yok bişi, bana öyle gelmiş”
Son sözleri oldu…

Hiçbir şeyin olmadığını gördüğünüzde artık atılacak adım yok.

Sen her zaman olduğun ve her zaman olacağın şeysin; gerisi sadece “lila” derler aldanış yurdunda, bir oyun, bir eğlence…

Varlık hiçbir şeye, hiçbir duruma bağlı değildir.

Varlığı her şeyin kaynağı olarak görseniz de  bununla Varlığa hiçbir katkı sağlamaz ya da Varlıkta bir eksilmeye sebep olmazsınız

Çünkü o ne bir şeyin farkındadır ne de bir şeyden gâfil…

Belirli bir noktada açık olmak, açıklığın kendisi olduğunuzda anlamsızdır. Yani bu şekilde değer-sizsiniz.

– Ama bu anlamda varlık oldukça sapkın değil mi? Önce değersiz insanlar yaratır, sonra bu insanlar acı çektiklerini hissederler. Oysa Varlık her zaman eğlenir.

Varlık, ortaya çıkan bir şeyin bekçisi filan değildir.
Varlık her an olduğu gibidir ve kendi içinde her an mükemmeldir.

Kusursuz mutluluk ve hoşnutluğu getiren şey, Varlığın, Öz-Benliğin ne olup olmadığına dair tüm fikirlerin yokluğudur.

Her zaman şu aslî noktaya dönüyoruz:

İsimli-resimli sahnede
Zamanı gelince var olan her şeyin önünde olun

Olduğunuzun şeyin, duyulardan biri tarafından algılanan hiçbir şeyden etkilenmeyeceğini bizzat görün.

– Nesnesiz saf bilinçten, düşünceden bağımsız farkındalıktan mı bahsediyorsun?

Bilinç ilk açılımdır; varoluşun farkında olan bir benlik duygusudur. Yani kişisel ayrılığının bilincinde olan bir zâtî öz var.

Bu şekilde bilinç zaten ayrılığı da oynuyor.

– Bilinç zaten Varlığın bir işlevi olduğu için mi?

Evet evet… Bu, işleyişin bir parçası ama işleyişin kendisi bu değil.

Bir ben vardır bende
Benden içeri
Ve için içi var, için içi…

Buna “Ben Ali’yim”in kaynağı olan “Ben varım”ın kaynağı diyebilirsiniz ama ancak sizi tanımlayan hiçbir şeyin, sizin olduğunuz şey olamayacağını gördüğünüzde gerçekten rahatlayabilirsiniz.

Diş kendini ısıramadığı
Göz kendini göremediği gibi, mutlak tanımlayıcı da tanımlayanın ne olduğunu tanımlayamaz.

Yani bir şeyleri kavramaya yarayan zihin kendini kavrayamaz.

Ne olduğunuz ne “olan”da dinlenmeden durabilir ne de başka bir şeyde dinlenebilir, bir kararda kalamaz.

Çünkü varlık var olan tek şeydir.
Ve bundan kaçamazsın çünkü var olan tek şey Varlık’tır; nereye gidersen git, zaten orada olacaksın.

Ve huve meakum eyne ma kuntum
Nerde olsanız sizinle birlikte

Hareketsiz kalırsanız veya hareket ederseniz gerçi kimse hareket etmez veya kimse hareketsiz durmaz.

Zaman ve mekân dünyasında bile yalnızca kim olduğunuzun bütünlüğünü görürsünüz, oynamaya yer yok.

Bu bütünlük var olan her şeydir ki tek şeydir.

Mutlak’ın ortaya çıkışı, ortaya çıkan şey kadar mutlaktır.

Her sabah ortaya çıkan ve her akşam kaybolan ‘Ben’ denilen bu görüntünün bile idrak edilmeye ihtiyacı yoktur.

Bu görüntü, bu imge, bu hayal olduğunuza inandığınız sürece, bu “Ben” düşüncesi sizin realiteniz olduğu sürece, ki bu benlik yalnızca bir fikirdir. Bu hâlâ varlığı arayan bilinçtir; kendi kendine saklambaç oyunu gibidir.

Kendi gözleriyle kendini aramaktadır.

– Ne zaman kendimizi zamanın içinde hapsolmuş bir kişi olarak görsek, her zaman sorunlar olacaktır.

No way out!
Ve bundan kurtulmanın bir yolu yok.

– Yani Özdeşleşmiş bilincin her zaman var olacağını mı söylüyorsun?

Elbette. Her zaman orada olacaktır çünkü özdeşleşmiş bilinç (kendisinin bir nesneyle sınırlı olduğunu tasavvur eden bilinç) sonsuzluğun bir parçasıdır.

Gerçek, illüzyonun ikili kanatlarında taşınabilir; doğru, ancak yalanla anlaşılabilir.

– Ama zamanda var olan biri, bunu bu şekilde göremez ki…

Zamanın içinde olan hiç görmemiştir çünkü işinin zihni dışında zaman yoktur, dolayısıyla hiçbir şey de zamanın içinde değildir.

El-Basîr cellecelaluhu
Yalnızca Varlık görür.

Kişinin nasıl gördüğünün bir önemi yoktur; zamandan, zamanın dışında veya zamanın öncesinde…

Varlık algılar ve algıladığı şey yalnızca Varlıktır, çünkü Varlık var olan tek şeydir.

İçi dışı Hak işte…

– Ama algılama için zaman gereklidir!

Zaman, bir “ben” fikrinden doğar.
Bütün bu fikirler, bütünün, Varlığın ortaya çıkışının, tecellinin yalnızca bir yönüdür.

Her ne kadar sonlu bir zaman gibi görünen ve gelip gidiyormuş gibi görünen bir şeyi algılasanız da, bu onun zaman gibi sonlu bir şey içinde var olduğu anlamına gelmez.

– Peki ya acı çekmek? Buda, “ızdırâbın sonu var” dememiş miydi?

Acı çekmenin başlangıcını arayın. Başlangıcı bulduğunuzda, acının sonunu da bulabilirsiniz.

Acı, hiç başladı mı?
Acının var olması için acı çeken birinin vâr olması gerekir, o hâlde önce acı çeken kimmiş bir arayın.

Acı çekmek bir eylemdir, fiilin “sonunu” aradığınızda, acı çeken biri olarak kalırsınız.
(Zat şirki)

“Ben varım” duygusu acı çeken kişiyi de beraberinde getirir.
Belki bazen acı çekmez ama dikkat edilmezse her an, acıya geri dönebilir.

Yani tek yol, “acı çeken biri” fikrini yok etmektir. Acı çeken yok edildiğinde acı nerede?

Hayalî zât, kaybolunca
Ona bağlı sıfatlar ve fiiller de toptan kaybolur.

Acı çeken kişinin tamamen yok olması (fenâfillah), ancak gerçekten ne olduğunuzu gördüğünüzde (miraç-cem-satori), kendinizi başlangıcı ve sonu olmayan bir şekilde algıladığınızda gerçekleşebilir.

Bütün bu tezahürün yalnızca öz-benlik olduğu görüldüğünde, ayrılık duygusu, ayrı bir varlık olarak var olma hissi mutlak olarak yok olur.

– Kırk yıldır bu tür sohbetleri dinleyen deneyimli maneviyat arayıcısı ile bu konularla pek de ilgilenmeyen, sadece çok para kazanmak, güzel bir eve sahip olmak ve sadece mutlu olmak isteyen bir kasap arasında hiç mi fark yok?

Elbet var bir fark
Homini gırtlak
Az mı o cânım pirzolalar!

Evet, evet ikisi de mutlu olmak istiyor, kesintisiz mutluluk, bozulmayan huzur.

Zaten ne oldukları konusundaki cehalet nedeniyle, her ikisi de bilinç olarak mutlak mutluluk için çabalar.

Ayrılık fikri, bir kusurluluk, eksiklik hissi içinde sürdürülür durur ve bu durum, bu kişileri, kendilerinin zaten her an açılan sahnenin mutlak mükemmeli olduklarını bilmeden, mükemmeli aramaya iter.

Yani hem kasap hem de gerçeği arayan, tatmin arayışındaki bilinçtir, her iki rolü de oynaya kendi olunca aslında aralarında hiçbir fark yok.

– Ama bu hakikati defaatle duymanın hiç mi yardımı olmaz? Hayatını aydınlanma arayışına adayan samimi bir talibe ne tavsiye edersiniz?

Yardım edilebilecek bir kişinin olduğunu ve yardım edecek bir diğer kişinin olduğunu hayal edelim bir kere…

Biliyor musunuz bu cehennem olurdu, biri diğerini fenâ hâlde kullanırdı hem de maneviyat adına…

Kimseyi dinleme, kendini bile!

Algıladığın hiçbir şey, zâten olduğun şey olamaz. Yani anladığını sandığın her şeyi, gerçe adına bildiklerini unutabilirsin.

Ve “aydınlanabilecek” bir varlığa (sahte-kimlik) olan inanç, sizin kim olduğunuz (asıl kimlik) değildir.

Sahte kimlikle o kapıdan geçemezsin…

– Ama bende yavaş yavaş egonun azaldığı fikri var.

Daha az ego; daha fazla ego.
Zamanla kaybolabilen bir şey mutlaka yeniden ortaya çıkabilir zamanla…

Giden ego er ya da geç geri gelebilir.

Öncelikle gerçekte neyin göründüğüne ve bu görünümün gerçek olup olmadığına bakın ama söylenenlere itibar etmeden, doğrudan bakın!

O hâlde dış görünüş kimin umurunda?

Sorulması gereken asıl soru bu, gelip gidenin ne olduğu değil.

Dış görünüş, sûret perdesi konusunda endişelenmek ne kadar boş…

Bu, Varlığın gaflet perdesidir, cehâleti de oynar

Bir görünüşü gerçek olarak kabul eden, ayrı bir varlığa sahte benliğe olan inançtır.

– Peki ya tüm saflık fikirleri: saf bir hayat yaşamak ve erenler gibi iyilik için çabalamak?

Bunların hepsi düzen tutturmaya çalışmak, rüyayı canlı tutar, ayrı-ben hipnozunu güçlendirir.

– Peki ya “hiç” olduğumu, ayrı bir formum, ismim-resmim olmadığını biliyorsam?

“Ben biçimsizim” ya da “Ben bu değilim” düşüncesi hâlâ ayrılık alanında beliriyor.

Bir formu olmayan ama yine de bir forma ihtiyacı olan “kim”?

Sadece “formsuz” olarak var olanın formda da var olduğunu görün.

Biçimli ya da biçimsiz, ben hep aynı kalıyorum n-asılsa.
Farklılık duygusu olmadan, ayrılık duygusu olmadan kendi hep tamdır.

Ne aynısı vardır, ne gayrısı…

Hiçbir özel koşula gerek yoktur. Siz ne olursanız olun, her koşulda var olursunuz.

“Ve huve meakum eyne ma kuntum”
[Hadîd:4’ten]

‘Her nerede olursanız sizinle birlikteyim’ okursunuz

Doğum ya da ölüm dediğimiz koşular sizi etkileyemez. Doğum ve ölüm duygusunun önündesiniz, ilk nefesin de son nefesin de aradaki her nefesin de farkındasınız.

Siz ne iseniz bu beden bu sahneden görünmeden önce de vardı, sandığınız şey değil olduğunuz şey…

Tam bir şefkat, rahmet olduğunuzu, başınıza hiçbir şey gelmediğini, ortaya çıkan her şeyin siz olduğunuz için olabildiğini idrak edin.

Bir şeye bakan bu göz ile diğer göz arasında hiçbir fark yoktur; sen sonsuz açılardan senin ne olduğunu gören sonsuz gözsün.

Sen sadece Varlığın bilgisini algılayan sonsuz algısın, her yüzündeden kendini fark eden sonsuz farkındalık…

Ve asıl mesele, bir çıkış yoluna ihtiyaç olmadığını görmektir.

Ve bu feragatte çıkış yolu yoktur, çünkü siz var olanın kaynağısınız. Ancak o zaman dünyanıza barış gelir, huzur hâkim olur, bulunduğunuz yer selam yurdu olur, olandan razı olmuş ve razı olunmuş olarak öyle bir aynaya döner

Dâru’s-selâm, selamet yurdu olan cennete döner

Var-sandığı hikâyesiyle
Ölü gibi dolaşırken yaşayana döner
Kendine döner

Meğer bir nefes ayrı kalmamıştır…

Bu zevkin tamamı ve devamı için

BEN-OLAN-BEN